DİNDE BÖLÜNME
(Mezhepleşmek)
İnsanlar,
tek bir ümmettir.(Bakara-213)
Bu ümmet ise adalet üzere yaşayan büyük cemaattir. İnananları arasında mezhep yapılaşması olmayan büyük
cemaattir. Son ümmet de dâhil, bütün kitap mensupları kendini beğenme ve
aklama kibri bırakıp düzelmelidir. Hâlbuki kimisinin imanında, kimisinin
amelinde hayır yoktur. Yine kusuru başkasında arama ve mağduriyet safsatası ve
kendisini kınama yerine başkalarını kınama hastalığından dönerek ilme
yönelmelidir. İnzal edilen kitapların her biri hepimizindir. Resul ve
nebiler de öyle. Hele Nebi yarıştırmak ve nebiler arasında farklar ihdas etmek
hak dinle alakası olmayan mezhepsel
bakış açılarıdır. Kitap ehli inananları birbirleri ile uğraşıp, her biri
kendi yanındakini yeterli gördüğü ve diğerinin kitabını göz atmadığı için
ziyandadırlar. (Nahl–89).
Kur’an-ı Kerim, sosyal hayat ve
onun ekonomisinin sebep ve sonuçları ile açıklayan bulunmaz bir kitaptır. Kur’an-ı
Kerim, "her şey için bir
açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde" olarak
indirilmiştir (Nahl–89). Kur’an-ı
Kerim’e nice bilmediğimiz, anlamadığımız, duymadığımız ve görmediğimiz hikmet
vardır ki, onlar da ayet olarak isimlendirilen Allah'ın işaretlerinde-kelimelerinde
gizlenmiştir. Buradan bakıldığında Kur’an-ı Kerim bir emirler ve nehiyler
bütünü olarak okunduğu kadar, tüm kâinatın, her şeye özgü her türlü durum ve
oluşun nizamı, belgesi ve bilgisi olarak da okunabilecektir. Bu okuma
ise Kur’an-ı Kerim’i kelimeleri ayetlerdeki şekillerine göre bilmeyi, tasnif
etmeyi, anlamlandırmayı gerektirmektedir. İşte bu nedenle İslam dünyasında
Kur’an-ı Kerim sözlüklerinin hazırlanması çok erken dönemlerde başlamış ve
giderek müfessirlerle, Kur’an-ı Kerim kaynaklı düşünce ve görüşler ortaya koyan
âlimlerin kelimelere anlam yükleme biçimlerine göre de sözlükler yazılmaya
başlanmıştır.
İşte bu tarihi gerçekler herkesin
çokça dikkat etmesi gereken önemli bir husustur. Hepimiz biliriz ki, dillerin
gramerlerinin keşfi ve kurallar çıkartılması insanlığın uzun tarihi nazara
alındığında çok yakın bir tarihte oluşmuştur. Yine Kur’an-ı Kerim ayetlerinin
inzalinden sonra Kur’an-ı Kerim sözlükleri oluşturulmuştur. Yani gerek o dilin
öteden beri var olan kavramlar ve gerekse Kur’an-ı Kerim’ le kullanılan yeni
kavramlar gelmiştir. Bazı anlam değiştirmiş kavramlar da Kur’an-ı Kerim
tarafından yeniden tarif ve tanımlanmıştır. Bu hakikat de göz önünde
tutulmalıdır. Çünkü Kur’an-ı Kerim sonrası sözlük oluşturanların kavramlara
verdikleri anlam öncelikle kendi bakış açılarını taşımaktadır. Elbette ki
oluşturulan sözlükler de bu yorumları yansıtmaktadır.
HİZİP/MEZHEP/AHZAP
Ahzab
suresi, Hizb konusunda bizi ciddi bir biçimde uyarılarda bulunur.
Sözlükte; parça, kısım; cemaat, taife; “bir kimsenin görüşüne ve emrine uyan özel adamlar” gibi anlamlara
gelen 'hizb' kelimesi ki, çoğulu ahzab (hizipler), terim olarak Kur’an-ı
Kerim cüzlerinin dörtte biri için ve tarikat mensupları tarafından belli
zamanlarda okunmak üzere düzenlenmiş dualar için kullanıldığı gibi “cemaat ve siyasi parti” anlamında da
kullanılır.
Hizip, başkalarından farklı
olarak bir görüşü benimseyen güçlü topluluktur. Ahzab ise Hendek savaşında
Hz. Peygamberle savaşmak için bir araya toplanan gruplardır."
1- Bir
kısmı diğer kısmına muhalefet etmeyen, düşüncelerinde, isteklerinde ve
amellerinde birleşmiş her kavim ve gruptur.
2- Bir
insanın fikri/düşüncesi etrafında toplanan kişiler,
güçler, yardımcılar
3- Kur’an-ı
Kerim’in bölümleri.( El Müncid )
İslami düşünce, istek ve
amellerde bir birliktelik vardır. Bu olması gereken birlikteliğin
en büyük göstergesi “hep
birlikte Allah’ın sağlan ipine sarılın" ayetidir. Diğer
taraftan şerde birlik anlamında şeytanın hizbi vardır ki, orada da yine kendi
içinde bir birlik ve beraberlik vardır.Dinler tarihi boyunca hak din tarafından
kınanan şeylerin başında hased ve hizb birlikte kınanmaktadır.
"Dinlerini
parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her hizip kendi yanındakiyle sevinmektedir."
(Rum–32)
Hizb kavramlar serisinde her
hizipleşme türü şer üzeredir. Şer üzere hizipleşmek, nitelik
itibarıyla emredilen şurayı (iştirak
halinde yönetmek ve üretmek) terk ederek, “kişilere tabi olmak” yasağına uymamaktır. Demek ki, Allah hizbiyle
şeytan hizbi arasındaki en önemli farklar şunlardır:Allah hizbinden olanlar
asla bir kişinin, gücüne, fikrine, hayatı yorumlayışına göre hareket etmezler.
Aksine ilme göre aklederek ve birlikte düşünerek hareket ederler. Her iş
onların arasında danışma ve dayanışma üzeredir. Onlar tutucu değil, daima
en güzeli aramak için hareket halinde olurlar. İşte tek ümmet olmanın
ilk kıstası da budur. İşleri aralarında parçalamak ferdiyetciliktir.
"Ve işte ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben
de sizin Rabb’inizim, bana ibadet edin, bana sığının
(Enbiya–92)
“İşleri
aralarında parçaladılar. Hepsi bize dönecekler”
(Enbiya–93)
Burada yine hased hizbe
sebep olmuştur. Allah dışında bir kişinin şefaatine sığınmak için bir
cemaat ve tarikat oluşturmak hep hizipleşme kapsamı içindedir. Dikkat edilirse
buradaki hased saikı hep aynıdır. Bu kibirden ve
gururdan kaynaklanmaktadır ki, “farklı
olmak” tutkusudur. Manevi cihetten şirk olan fraksiyonlara dâhil olarak
imanı kaybederler.
Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde
belirtildiği gibi aralarındaki çekememezlik yüzünden dinlerini aralarında bölük
pörçük ettiler. Her biri, kendi hususiyetine, kendi çıkarına, dar kafasıyla
kendi kuruntusuna göre heva ile dinini ayırıp ayrı bir lider arkasına düşerek,
fırka fırka olmuşlar, her bölük kendilerindekine güvenmektedir. Tek
ümmetlik sadece imanda vahdet ile bitmez. Bu vahdet amelde beraberliği, birliği
de gerektirir. İşte Enbiya–92. ayet
kadar, bu surenin ferdileşilerek işlerin ayrılmasını kınayan Enbiya–93. ayeti
de önemlidir.Bu ayette açıklanan hizipsel dalalet imana şirk karıştırmamak
ve yalnız Allah’a ibadet etmek ve yalnız ondan istemekle ilgilidir. Yine Allah
yeryüzünde kişilere tabi olmayı değil, evrensel adalet ve evrensel hukuka tabi
olunmasını ister. Bu ise birlikte üretip, birlikte yönetmeyle yerine
getirilebilir. Buna asla “işleri
parçalayanlar” erişemez ve eriştirilmezler.
Bu husus Leyl–4. ayette de açıklanmıştır. Şerde hizipleşenler hem
kitapları birbirinden tamamen kopartmışlar ve hem de Kitabın bazı sure ve
ayetlerine inanıp, bazılarına inanmayarak iman ve ameldeki bütünlük ve
devamlılılığı kopartmışlardır.
“Fakat işlerini aralarında
parçalayıp çeşitli kitaplara ayırdılar. Her hizip kendi tuttuğu yoldan
memnundur."
(Müminun–53)
Nasıl ki, Enbiya suresi
ferdileşmenin, bencilleşip cimrileşmek için hizipleşmeyi açıklamadan önce Enbiya–91 ayetle iffetsizliğin
ferdileşmek ve bencillik olduğunu, maişet karşılığı kamuya hizmet etmenin
timsali, olan Meryem örneği verilmiş ise, Müminun suresinde kınamadan sonra da
bu güruh Müminun–54 ayetten itibaren
devam eder. Hak yolda olanlar ve hak yolda olmadıkları halde, halka öyleymiş
gibi intibaı verenler mukayeseli olarak anlatılmaktadır.
Resulullah’a ferdiyetçilere mal
verilmesinin hiçbir zaman onların lehlerine olmadığı açıklanarak onların
yakalarının bırakılması emredilmektedir. Resule tabi olanların ancak hayırda
yarışanlar olduğu yine surenin bu son kısmında açıklanmaktadır. Bunun
içindir ki ayet: “Allah’ı seviyorsanız
bana uyun” demektedir. Çünkü resuller istisnasız Zühd üzere hayat sürerler. Yani hayırda yarışmak için
mülkleşmekte yarışmayı Allah sevgisinden dolayı terk etmişlerdir.
“De ki:
Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.”
(Âl-i İmrân–31).
Sonuç olarak kavramsal
hizip kendi inandığı ilkelerin biricik doğrular olduğunu iddia ederek
bunlara sıkı sıkıya sarılmayı, diğerlerini yalanlayarak onlara tenezzül
etmemeyi ifade etmektedir. Bu tür hiziplerin birçoğu emir ve görüşüne tabi
olarak adeta liderlerine veya şeyhlerine ibadet yapanları kınayan birçok
ayetler vardır. Öyle ki, bunların öğreti ve taklitlerinde vahyin yerine bu eserlerdeki
görüşler geçirilmiştir. Bu ise bir nevi şirk ve ibadeti kullara yapmaktır. Müminun–53 ayette bahsi geçen
Kitapta bölücülük, her fırkanın kendi başı veya lideri (efendi, şeyh, hazret, üstat vs.) tarafından yazılan kitapların
dokunulmaz, eleştirilmez, değiştirilmez, sadeleştirilmez kılınması şeklinde eserleri
de putlaştırılmıştır. İlahi kitabın
bile yoruma açık olduğu bir dinde bir takım insanların
yazdıklarını dokunulmaz, eleştirilmez kılmaktan daha büyük bir çürüme
gösterilemez. İşte böyleleriyle ne Vahiy getiren nebilerin ve ne de Yalnız
Allah’a ibadete söz veren ve yalnız ondan yardım dileyen hayırda yarışan hakiki
müminlerin işi olabilir. Bu hizip kendisinin ne yaman olduğu zannına kapılırsa
kapılsın onların kendisinden ve hiziplerinden uzak durulması yapılacak en iyi
davranıştır. Çünkü müstakim yol onların yolu değildir. Onların bu yolu gaflet
ve dalalet yoludur. Yol gaflet ve dalalet olunca, oradan hidayete varmak mümkün
değildir.
Denk Tutma
Enam 150 ayetinde şer anlamda
hizipçi ve tefrikacıları kınayarak ayetin sonu şöyle biter.”…Ayetlerimizi yalanlayanlarla, ahirete inanmayanların keyiflerinin
ardınca gitme. Onlar kendi Rablerine başkalarını denk tutuyor” .
İşte tek vahiye uyup, tevhid ve vahdet ehli olmaya kesin olarak karar vermeleri
gerekirken böyle yapmayanlar; kendilerine Bu Kur’an-ı Kerim dışında tabi
olunacaklar ihdas edenler, ilmin kendisi yani alim olan Allah
yerine bir beşer olan nebiyi, şeyhini, Din adamlarını rabler-erbablar
edinmişlerdir.(Nebileri rabler edinmeyin
ayeti" Ali İmran 80)
İşin kötüsü ise insanlar için
helal ve haram koymak sadece Alemlerin Rabbi olan Allah’ın yetkisi dâhilinde
olduğu halde, bu edindikleri Rableri kendileri haram ve helali genişletip
daraltmaktadırlar. Münafıkların küçükleri de bunlara tabi olarak nefislerinin
hevasını din edinmişlerdir. Allah kendi yolunu tanımlamaya devam eder ki, bu
yol tek ve patika olmayan doğru yoldur. O tek ve haktır. Diğer tarikler boş ve
batıldır.
“De ki: geliniz size Rabb’iniz neleri haram
kıldı okuyayım: ona hiç bir şey'i şerik koşmayın. Babanıza ananıza iyilikten
ayrılmayın, yoksulluk yüzünden evlâdınızı öldürmeyin. Sizin de onların da
rızkınızı biz veririz, fevahışe: açığına da, gizlisine de yanaşmayın, Allahın
muhterem kıldığı nefsi haksız öldürmeyin, işittiniz ya, işte size o bunları
ferman buyurdu, gerektir ki aklınız erer”
(Enam–151)
Bu da bize gösterir
ki, vahiy ve akletme yetisine, ikisine birden ilmi mürşit
edinmek diyebiliriz. Bunlar Rahmanın öğrettiği içinde hiç eksik
bulunmayan kitaba hadisleri, alimleri eş koşmayarak Allah’ı şirksiz Rab
edinenlerdir. Müstakil yol budur. Yine bu yolun tanım ve tarifi yapıldıktan
sora bunun tek ve hak doğru yol olduğu Enam–153
ayette vurgulanır.
“Ve yetim malına yaklaşmayın. Ancak rüştüne
erinceye kadar en güzel suretle başka. Ölçeği tartıyı tam ve denk tutun.
Bir nefse ancak vüs'ünü teklif ederiz. Söz sahibi olduğunuz vakit de hep
adaleti gözetin velevse hısım olsun. Allahın ahdını yerine getirin, işittiniz a
işte size o bunları ferman buyurdu, gerektir ki düşünür tutarsınız”
(Enam–152)
Allah’ın hak dininde eşitlik ve
denklik değişmez ilkedir. Bu cümleden olmak üzere, gerek yönetimde ve
gerekse yargıda söz sahibi olduğunuzda ve gerekse hakem olarak bir
şey önünüze getirilip de iki kişi veya iki taife arsında hükmetme yetkisi size
verilmişse veya taraflardan hangisinin doğru söylediği sorulduğunda size
sıhriyet ve kan bağıyla bağlı olanlar bile söz konusu olsa objektif olmayı terk etmeyeceğiz.
“Benim dosdoğru yolum budur; onu izleyin!
Başka yolları izlemeyin ki, bu yollar sizi O’nun yolundan ayırıp fırkalara
bölmesin. Sakınıp korunasınız diye O size bunu önermiştir.”
(Enam 153)
“Dinlerini parça parça edip fırkalara,
hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi
Allah’a kalmıştır. Allah onlara, yapıp ettiklerini haber verecektir.”
(Enam–159)
Dinde fırkacılık edenlerin, din
ve peygamber hakkında sloganları ne olursa olsun, gerçekte Hz. Muhammed
ile aralarında bir iman ve sadakat bağı olduğu düşünülemez. Bunlar ya kendi
kendilerini aldatan basireti bağlanmış gafillerdir yahut da din ve peygamber
sloganlarıyla dünyalık menfaat ve saltanat devşiren ikiyüzlülerdir. Enam 159. ayetin bunun dışında bir mesaj
taşıdığını söylemek mümkün değildir. Tefrika denilen gaflet, dalalet dehşet
ve felaketinden uzak kalmanın yolu-yöntemi de gösterilmiştir. Hep birlikte ve sadece Allah’ın ipine
yapışmak. Fırkalara son vermek. Bu kurtuluş reçetesini veren Ali İmran 103. ayet “Allah’ın ipi” ve “teferruk” sözcüklerini
kullanmıştır.
Buyruk
şudur: Allah’ın ipine sarılın, fırkalara bölünmeye son verin.
İşte bu yol her alanda bütünlük ve birlikten yana olmaktır. Dünyevi iş ve
faaliyetlerde şura ve iştirak halindeliği benimseyip bencillik ve cimrilikten
uzaklaşmaktır. Bu yolda ancak, ferdiyetçilik ve farklı olmak tutkusundan
döndürülerek hidayet edilen kamucular(Fi
Sebilullah taraftarı) müminler başarı sağlayabilirler.Bir kere Kur’an-ı
Kerim’in dinin tek kaynağı olduğu göz ardı edilip hadisler dinin kaynağı kabul
edilince, birçok mezhebin ortaya çıkması da kaçınılmazdı. Nitekim öyle oldu
ve yüzlerce mezhep ortaya çıktı. Bugün dört mezhep olarak anılan mezhepler,
işte bu birçok mezhepten zaman içinde daha çok kabul görüp, günümüze kadar
gelenlerdir.
Bir hadise göre
erkeklerin baldırını örtmesi gerektiği, diğerine göre baldırın gözükebileceği
anlaşılır. Bir hadis yorumuna göre kan akması, diğer hadis yorumuna göre ise
kadının ve erkeğin ellerinin birbirine değmesi abdesti bozar... Tüm bu
örneklerdeki gibi farklı izahlarda doğruyu kim, nasıl bulacaktır? Kur’an-ı
Kerim dışında başka kaynaklara kapı açılıp kargaşa çıkınca, mezhepler ortaya
sürülüp bu kargaşa önlenmeye çalışılmıştır. Böylece Kur’an-ı Kerim’de anlatılan
din, yani Allah’ın gönderdiği İslam; mezheplerin dinine, “mezheplerin İslamı”na
dönüşmüştür.
Mezhep
kurucularından biri çıkar “diz ile göbek arasını örtünüz” denilen hadisi
alır, diğer hadisi inkar eder ve böylece dine yeni bir haram sokar. Diğer bir
mezhep kurucusu ise baldırın gözükebileceği sonucu çıkan hadisi doğru,
diğer hadisi yanlış kabul ederek, baldırın gözükebileceğini ilan eder. Mezhep
kurucularından biri, Peygamber’in sivilcesinin sıkılması ile ilgili hadisten,
kanın abdesti bozduğu sonucunu çıkararak dine bir ilave yapar. Diğeri ise kadın
elinin değmesiyle abdestin bozulduğu yorumunu yapar, diğerinin ilavesini
reddedip kendi ilavesini dine katar.
MEZHEP
İMAMLARINA BAKIŞ
EBÛ HANİFE:
Numan b.
Sabit (H.80-150), Arap olmadığı kesin olmamakla beraber, Türk veya İran
asıllı olduğu hakkında farklı rivayetler mevcuttur. Onun Tirmizli bir Türk
kabilesine mensup olduğu söylenmekle beraber M. Ebu Zehra’ya göre ise
Farslıdır. Abdulbaki Gölpınarlı’ya göre de Ebû-Hanife Nu’man b. Sabit’in
babası, Zerdüşt dinindeyken İslam'ı Kabul eden Kâbül’lü Zevtâ’dır, bu şahsın
adının Tâvus yahut Merzubân olduğunun rivayet edildiği şeklindedir.
Fıkıh
öğretisini öğrencileri oldukları iddia edilen Ebu Yusuf (H.113-182) ve Muhammed
b. Hasan eş-Şeybani’ye (H.135-189) isnat ettirilmiştir. Ebû Hanife’nin bizzat kendisi tarafından kaleme alınmış eseri yoktur.
Sünnet konusunda onun hakkında dendiğine göre ravisi güvenilir olduğu zaman
Muhaddislerin çoğunluğunun eğilimine aykırı biçimde Mürsel hadisi delil olarak
değerlendirmekteydi. Muhaddislerce zayıf karşılanan ve kendisiyle amel edilemez
diye değerlendirilen bir çok hadisi delil olarak ileri sürme yoluna gitmiştir.
Hanefiler şöyle söylemektedirler: “
Kur’an-ı Kerim, mütevatir veya meşhur
sünnetle nesh edilebilir. Sadece ahad hadisle nesh edilemez”. Böylece
hadislerin Kur’an-ı Kerim’i nesh edebileceğini yani iptal edebileceğini
fıkıhlarına esas Kabul etmişlerdir. (
Bkz. Dr. İsmail Hakkı Ünal. İmam Ebu Hanife’nin
Hadis Anlayışı ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu. Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları No.327 Baskı-1994 Sayfa 213 )
İMAM MALİK:
İMAM MALİK:
( H.93-179)
Bazıları aslen Yemenli olduğunu söylerken, bazı siyer yazarları İmam Malik ve
ailesinin Arap olmadığını söylemişlerdir. Büyük atası Ebû Amir’in, Beni Teym
kölelerinden olduğu söylenmiştir. İmam Malik, üstadının özellikle İbni Hürmüz
olduğunu belirtir. “Yedi, sekiz yıl
yalnız ondan okudum, başkalarını bu işe hiç karıştırmadım” der.Hürmüz adı
Acem asıllı olanların kullandığı bir isimdir. Bir rivayette de “ On üç yıl oturup İbni Hürmüz’den ders
okudum”der. (16 yıl rivayeti de
vardır) Ondan öğrendiklerini, başka bir kimseden almadığını söyler. İmam
Malik üstadı İbni Hürmüz’den aldıklarının tamamıyla tesiri altında kalmış
denebilir. Medarik’de Şöyle denir: “ Malik
der ki, İbni Hürmüz’ü şöyle derken işittim” ifadeleri bunu açıkça ortaya
koyar.
Meşhur
Kitabı Muvatta’da 1826 hadis
mevcuttur. Sünnet Kur’an-ı
Kerim ile Tearruz ederse, Bazı hallerde Kur’an-ı Kerim’i sünnete takdim eder,
bazı hallerde sünneti Kur’an-ı Kerim’e hakim kılar. Böylece sünnetin Kur’an-ı
Kerim’i iptal edebileceğini kabul etmiştir. ( Bkz,
İmam Malik , Hayatı-Görüşleri- Fıkıhta yeri, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hilal
Yayınları 1984 sayfa 283.)
İMAM ŞAFİİ:
İMAM ŞAFİİ:
Ebû Abdullah
Muhammed bin İdris bin Abbas Şafii (H.150-204).
Suriye’de (Filistin) doğduğunu söyleyenler olduğu gibi ayrıca Askalan’da (Gazze yakınında) Hatta Yemen’de doğduğunu söyleyenler de vardır. Kureyş kabilesinden olmadığı halde, “Kölelik yönünden kureyşli sayılmıştır. Zira atası Ebu Lehebin kölesi imiş” rivayet edilmiştir. Hz Ömer, atası Şafii’yi Kureyş kölelerine katmamış, Hz Osman onu bunlara katmış. İmam Şafii, Huzey kabilesinin yanında yaklaşık on yıl kalarak, kendilerinden Arap dili ve şiirini öğrendi. Ana dili Arapça olmayıp Arapçayı sonradan öğrendiği anlaşılmaktadır. Hocası İmam Malik’tir. El-Risale ve El-Üm isimli kitapları vardır. İmam Şafii : “Fıkıh öğrenmek isteyen Ebu Hanife’nin iyalidir. Siyer isteyen Muhammed b. İshak’ın iyalidir. Hadis isteyen Malik’in iyalidir. Tefsir isteyen Mukatil b. Süleyman’ın iyalidir” diyerek tavsiyede bulunur.
Suriye’de (Filistin) doğduğunu söyleyenler olduğu gibi ayrıca Askalan’da (Gazze yakınında) Hatta Yemen’de doğduğunu söyleyenler de vardır. Kureyş kabilesinden olmadığı halde, “Kölelik yönünden kureyşli sayılmıştır. Zira atası Ebu Lehebin kölesi imiş” rivayet edilmiştir. Hz Ömer, atası Şafii’yi Kureyş kölelerine katmamış, Hz Osman onu bunlara katmış. İmam Şafii, Huzey kabilesinin yanında yaklaşık on yıl kalarak, kendilerinden Arap dili ve şiirini öğrendi. Ana dili Arapça olmayıp Arapçayı sonradan öğrendiği anlaşılmaktadır. Hocası İmam Malik’tir. El-Risale ve El-Üm isimli kitapları vardır. İmam Şafii : “Fıkıh öğrenmek isteyen Ebu Hanife’nin iyalidir. Siyer isteyen Muhammed b. İshak’ın iyalidir. Hadis isteyen Malik’in iyalidir. Tefsir isteyen Mukatil b. Süleyman’ın iyalidir” diyerek tavsiyede bulunur.
Ebu Hanife
ve İmam Malik’ten bahsettik, diğer ikisi ise:
Muhammed b. İshak :
(H.85-151). Bilhassa Siyer Meğazi çalışmaları vardır. Siyerin dışında müstakil
olarak Kitâbu’ssünen telif etmiştir. İbrahim b. Sa’d ez Zuhri ondan sadece
ahkama dair 17 bin hadis rivâyet etmiştir. Yahya’l-Kattan onun hakkında “kezzab” yani yalancı demiştir. Ayrıca,
hakkında Şiiliğe meyyal olduğu ve kaderi olduğu rivayetleri de vardır. Yalnız
ahkama dair 17 bin hadis söylemesi “ne
kadar” yalancı olduğuna dair kuvvetli bir delildir. (Bkz. İlk üç Asırda İslam Coğrafyasında Hadis. Dr. S. Kemal Sandıkçı.
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 299. Baskı 1991 s. 45-46 )
Diğer tavsiye ettiği: Mukatil b. Süleyman Şiânın Zeydiye Mezhebindendir. Şafii onun kitaplarını okudu, inceledi ve neticede onları da okumağa teşvik etti. Onu bu hususta imam addetti. Bu maddede kendisine başvurulan bir âlim saydı. (Bkz. İmam Şafii. Osman KESKİOĞLU. Diyanet Başkanlığı yayınları 1987 s. 46 ).
İmam
Şafii’nin kendisi de Harun Reşid zamanında Şiilikle itham edilmiş ve takibata
uğrayarak, Harun Reşid’in huzuruna bu konuda çıkarılmıştır.
İmam-ı Şafii’nin Kur’an-ı Kerim ve Sünnet Konusundaki
görüşü:
İmam
Şafii’nin bu konudaki görüşü, Sünnetin Kur’an-ı
Kerim’le nesh edilemeyeceği şeklindedir. Resûlullah’ın sünnetini ancak
Resûlullah’ın sünneti nesh edebilir. Kur’an-ı Kerim bir sünneti nesh edemez,
nesih olayı olması için bunu başka bir sünnetin ilân etmesi gerekir der. Kur’an-ı
Kerim’in sünnetle nesh edilip nesh edilemeyeceği konusuna gelince, her ne kadar
Kur’an-ı Kerim’i ancak Kur’an-ı Kerim nesh eder diyorsa da , uygulama konusunda
durum hiç de öyle değildir. Örneğin,
Kur’an-ı Kerim’e rağmen, zina olayında Recim cezasını kabul etmekle, sünnetin Kur’an-ı
Kerim’i nesh edebileceğini açıkça beyan etmiş olur. Yani kısaca iddiası; Kur’an-ı
Kerim sünneti iptal edemez fakat sünnet Kur’an-ı Kerim’i iptal eder
şeklindedir. (Bkz: İmam Şafii. Osman KESKİOĞLU s.238-239.
Büyük Şafii İlmihali, Yazan Halil Gönenç. Hilâl Yayınları 1979, 2. Baskı s. 375.)
UYDURULAN DİNİN TEMELLERİNİ İMAM ŞAFİİ ATTI
İyi bir araştırma yapılırsa, bugünkü Ehli Sünnet
fikirlerin ve hadisçi dini yapının temelinin, ilk olarak Şafi mezhebinin
kurucusu İmamı Şafi tarafından atıldığı anlaşılır. Şafi’den sonra açık bir
Kur’an-ı Kerimi hükmün bulunduğu bazı durumlar hariç, fıkhi bir fikri bir veya
birden fazla hadise dayandırmak mecburi hale geldi (W. Montgomery
Watt, İslam Nedir?).
Aynı yargıyı İlhami
Güler şöyle açıklamaktadır:
“Bu arada İslam dini düşünce tarihinde, kütübü sitte
ve özellikle Sahihi Buhari’nin neredeyse Kur’an-ı Kerim’e denk epistemolojik
öneminin temelinde, Şafi’nin sünneti, gayri metluv vahye indirgemesinin büyük
payı olduğunu unutmamak gerekir. Şafi’ye kadar birçok alim tarafından çeşitli
şekillerde değerlendirilen ve sözlü akla tabi olan hadis kültürü, Şafi’den
sonra yazım aşamasına ulaşarak bir nevi dogmalaşmaya ve önem itibariyle
Kur’an-ı Kerim’e yaklaşmaya başladı” (I. Kur’an-ı Kerim Sempozyumu; Arkoun
Tarihiyyetu’l-Fikri’l-Arabi).
Bugünkü sünnet
anlayışının temelinin İmam Şafi ile atıldığını, Osman Taştan şöyle anlatır:
“Şafii’nin çıkışı bu durumu değiştirdi.
Şafii, Peygamber’in sünnetini toplumun sünnetinden ayırdı ve onu hukuki açıdan
Kur’an-ı Kerim’in seviyesine çıkardı. İdealde bu, Hz. Muhammed’in
Peygamberliğine maksimum düzeyde bir saygı duymak ve aynı zamanda hizmet
etmekti. Gerçekte ise bu tavır, Hz. Peygamber ile onun toplumunun arasına
kapatılması güç olan bir mesafe koymaktı. Böylece sünnet, vahiypotası
içerisinde Kur’an-ı Kerim’le birleştirilmişti. Artık yapılacak olan şey, sahabi
sözlerini de sünnetle birleştirip vahyin kapsamına dolaylı olarak dahil
etmekti...Sonuçta bu tür teorik gelişmeler aslında Kur’an-ı Kerim’e mahsus olan
vahyi önce Sünnet’e sonra da sahabi sözlerine teşmil etmişti. Bir diğer
ifadeyle bu durum, kutsallığı ilahi kelam olan Kur’an-ı Kerim’den beşeri kelam
olan sahabi sözlerine kadar yaymaktı” (I. Kur’an-ı Kerim Sempozyumu).
Mezhepler tarihini
inceleyenler, Şafi’nin Hanefi mezhebine saldırılarını; Maliki, Hanbeli, Şafi
mezheplerinin Ehli Sünnet adlı bir mezhebin dört ayrı kolu değil fakat her
birinin apayrı birer mezhep olduklarını anlar.
AHMED İBN-HANBEL:
(H. 164-241)
: Anası O’na gebe olarak Merv’den Bağdat’a geldi. Merv’de doğduğunu söyleyenler
var. Kendisinden yapılan rivayette Bağdat’ta doğduğu söylenmiş. Merv asılı olup
Arap değildir. ( Yazılarımda Arap
değildir derken, bununla o devirlerde ilk etapta Kur’an-ı Kerim’in yayıldığı
coğrafyaya yakınlığa veya uzaklığa dikkat çekmek suretiyle Kur’an-ı Kerim dışı
bazı kültürlerin etkinliğine dikkat çekmek içindir. Yoksa İslam dini
evrensel olup, herhangi bir ırktan olmak veya olmamak avantaj veya dezavantaj değildir.)
Kitabı “Müsned”de yaklaşık 40.000.- hadis vardır. Kur’an-ı Kerim’i esas alıp sünneti terk edenlere red için Kitab bile yazmıştır. Ona göre Kur’an-ı Kerim’in batını vardır. Halbuki Kur’an-ı Kerim’e batın bilgi isnat etmek küfürdür. Zira Kur’an-ı Kerim açık manalı bir kitaptır.
Ahmed,
Sünnetin Kur’an-ı Kerim’e hakim olduğunu, fakat Kur’an-ı Kerim’in sünnete hakim
olmadığı ve sünnetin Kur’an-ı Kerim’i nesh yani iptal edebileceği iddiasındadır. Şöyle ki : “ sünnet beyan bakımından Kur’an-ı Kerim’e hakim sayılır, onun ahkamını
takrir eder. Şatıbi sünnetin Kur’an-ı Kerim’e hakim olmasını şöyle açıklar.
Ulemaya göre sünnet, kitaba hakimdir, Kitab hakim değildir, çünkü kitabın iki
ve daha ziyade şeye ihtimali vardır.” demekte.“gerek
iman itimade, gerek amel ve akla dair olsun, Hadisler arasında bir fark
yapmazdı.” ( Bkz .Ahmed İbn-i Hanbel.
Hilâl Yayınları 1984 s.242-255 Prof. Muhammed Ebu Zehra. Terc. Osman KESKİOĞLU
.)
Bütün
korkuları Kur’an-ı Kerim’in İslam dini öğretisine esas alınmasıdır. Zira Kur’an-ı
Kerim esas alınmış olsa ve Peygamber adına ileri sürmüş oldukları sözler Kur’an-ı
Kerim ölçüsüne vurulsa, bütün iftira ve yalanları hemen ortaya çıkar ve sünnet
diye ileri sürmüş oldukları sözlerden geriye pek bir şey kalmaz. Bu hususu
onlarda kabul eder mahiyette şu şekilde itiraf etmektedirler.
“İmam Ahmed’e gelince, o İmam Şafii’nin
usulüne uygun hareket eder. İbni Kayyım,
Ahmed’in ve Şafii’nin görüşlerini destekleyerek şöyle der: Eğer bir kimsenin
kitabın zahirinden anlayışına göre Hz. Peygamber Aleyhisselamın sünnetleri red
olunacak olursa o zaman sünnetlerin çoğu red olunur ve sünnet batıl olur.” (Ahmed ibn-i Hanbel, Hilal Yayınları S.247 )
Bu ifadeler bile, Sünnetle Kur’an-ı Kerim’in ne kadar birbirleriyle
bağdaşmayan bilgiler ihtiva ettiğini belirtmeye kafidir.
Sonuç
olarak, İmam Ahmed birçok sözlerinde belirtmiştir ki, İslam dinini öğrenilmesi, aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’e hakim olan ( !
) sünnetle mümkündür. Kur’an-ı Kerim bilgisi sünnet yoluyla olur, Kur’an-ı
Kerim sünnete hakim olamaz. Bu din sünnet yoluyla öğrenilir. İslam fıkhının en
kestirme ve en işlek yolu sünnetten geçer. Sünnetin beyanından yararlanmaksızın
sadece Kur’an-ı Kerim’den öğrenmeğe çalışanlar, doğru yolu şaşırırlar, hak yolu
şaşırırlar iddiasındadır.
750 bin
hadis arasından seçtiği rivayet edilen kitabı Müsned’teki hadislerin 10 bini
tekrarlanmış hadislerdir. Hadislerin sahihliğine ölçü olarak Kur’an-ı Kerim’i
değil de kendi Müsned’ini kabul ve ve tavsiye eder, Şöyle ki: “Resulullah’ın hadislerinden olup olmadığı
konusunda anlaşmazlığa düştüğünüz rivayetlerle ilgili olarak Müsned’e başvurun.
Orada bulduysanız delil, bulmadıysanız delil olmaz .” demiştir.
Mahiyeti ne olursa olsun, Kur’an-ı Kerim’i hadise tabi kılar, şöyle ki : “hatta ona göre haberi, vahid olan Hadisler
bile, Kur’an-ı Kerim’in umumini tahsis eder.” (Ahmed İbn-i Hanbel. Hilâl Yayınları s.245 )
Görüldüğü
gibi dört mezhep imamı da fıkıhlarına
hadisleri esas almaktadırlar. İttifakla hadislerin Kur’an-ı Kerim
ayetlerini iptal edebileceğini fakat Kur’an-ı Kerim’in hadisleri iptal
edemeyeceği iddiasındadırlar. Bu da başka bir ifadeyle, Allah’ın Kur’an-ı
Kerim’le bildirdiği İslam’a, öncelikle hadislerle peygamberin karşı çıktığı ve
peygamberin sözünün Allah sözünden daha üstün olduğu manasındadır. Bu ise İslam
dinine saldırı ve peygambere büyük bir iftiradır.
PARÇA PARÇA OLAN
İSLAM ÜMMETİ
VEHHABİLER VE İSLAM ANLAYIŞLARI
Vehhabilik, Arap Yarımadasında Necd dolaylarında yaklaşık iki asır kadar önce Muhammed b. Abdulvahhâb (1115-1206) tarafından kurulmuş bir mezheptir. Vehhabilik mezhebi bugün Suûdi Arabistan’ın resmi mezhebi durumundadır. Mısır, Hindistan, Afrika ve diğer başka ülkelerde taraftarları vardır.
Vehhabi ismi her ne kadar bu mezhebin kurucusunun adıyla ilgiliyse de bu isim mezheplerine kendileri tarafından konmuş olmayıp, muhalifleri tarafından konmuştur. Bununla birlikte Vehhabiler kendilerine “Muvahhidûn” derler ve kendilerini İbni Teymiyye’ (Ahmed bin Abdulhalim Harrâni)nin açıkladığı şekilde, Ahmed b. Hanbel’in mezhebini devem ettiren Sünniler olarak görürler. Zira onlar; “Biz itikad da Selef, amelde de Hambeli mezhebindeniz, esasen Ahmed b. Hanbel, itikad hususunda Selef mezhebinin nascı (eseriyse) kolunu temsil eder. Onun ameldeki yolu da budur. Böylece biz amelde ve itikatta Hanbeliyiz; Vehhabi diye bir şey yoktur. Muhammed b. Abdulvahhâb, ilmen ve fiilen bu mezhebi yenileyen bir Şeyhülislam olmaktan başka bir şey değildir.” derler.
Kendileri, bir ehli sünnet mezhebi mensubu ve dolayısıyla Sünni olmalarına rağmen, diğer Sünniler tarafından tenkit edilmelerinin sebebi, inanç sistemlerinden kaynaklanmayıp, bazı hususlarda diğer Sünni inanç sahiplerine karşı çıkmalarından dolayıdır. Yoksa onların da inancı, Kur’an-ı Kerim artı rivayetler eşittir İslam ikilisine dayanmaktadır. Diğer bir ifadeyle, rivayetler olmasaydı Kur’an-ı Kerim İslam Dininin uygulanabilmesi için tek başına yeterli değildir inancını onlarda taşımakta olup, Kütüb-i Sitte’yi yani altı hadis külliyatını ve bu altı hadis külliyatına ek olarak da, Mezhep imamları olarak kabul ettikleri Ahmed İbn-i Hanbel’in derlediği rivayetleri kabul etmektedirler. Altı hadis külliyatının durumunu bu konudaki kitapta bir çok örnek vererek tanıtmaya çalışmıştım. Bunlara ek olarak rivayetlerini kabul ettikleri Ahmed İbn-i Hanbel’e ait rivayetlerden kısaca bahsedecek olursam, durum şudur:
İmam Ahmed, bir mezhep imamı olmaktan öte, bir hadis derleyicisidir. “Müsned” adlı hadis kitabında yukarıda arz ettiğim gibi 40 bin kadar hadis vardır. Sahih-i Müslim’de tekrarlarıyla beraber 7275 hadis olduğu ve tekrarlar çıkarıldığında 3033 hadis kaldığı düşünülürse, İmam Ahmed’in ne kadar çok hadis derlediği kolayca anlaşılır. Oğlu Abdullah’tan yapılan rivayete göre, babası “Müsned”i hadiste imam kitap olsun diye yazmış, öyle ki “Müsned”i İnsanlar Peygamber Aleyhisselam'ın Hadislerinde ihtilaf edince ona müracaat etsinler amacıyla kaleme aldığını belirtmiştir. Ayrıca “Müsned” bizzat İmam Ahmed tarafından kaleme alınmış olmayıp, bıraktığı dağınık cüz müsveddelerinden ölümünden sonra oğlu Abdullah tarafından kitap haline getirilmiştir.
Bugün şu iddia edilmektedir ki, Müsned’teki hadisler İmam Ahmed tarafından
rivayet edilen hadisler olmayıp, oğlu Abdullah’ın da ilave rivayetlerini
içermektedir. Çok tenkide uğramış olan bu rivayetler için oğlu Abdullah’tan
şöyle nakledilmektedir: “Abdullah
anlatıyor: Babama Rıb’i b Hıraşın
Huzeyfe’den rivayet ettiği Hadise ne dersin? dedim. Abdülaziz b. Ruvâdın
rivayet ettiği mi dedi? Evet, dedim. Hadisler ona aykırı, dedi. Sen onu
Müsned’e aldın, dedim. Ben Müsned’te yaygın olanları toplamayı hedef aldım.
Eğer bana göre sahih olanları kastetseydim, bu Müsned’te az bir şey rivayet
etmiş olurdum...” (Kaynak,
Muhammed Ebu Zehra, Ahmed İbn-i Hanbel Sayfa 200 Hilâl Yayınları 1984 ). Böylece Müsned’in yazılmasında dikkate
alınan husus sahih hadisler olmayıp, yaygın olarak rivayet edilen
hadisler olduğu, dolayısıyla mevzu hadislerde içerdiği bizzat İmam Ahmed
tarafından ifade edilmiş olmaktadır.
Diğer taraftan, Müsned’in dışındaki diğer altı hadis külliyatını kabul etmiş olmaları, Vehhabileri tipik bir Sünni topluluk yaptığı gibi, Kütüb-i Sitte’deki tüm bozukluklar onları da bağlar. Sünni olmalarına rağmen, diğer Sünni topluluklarla inanç mücadelesine girmelerinin nedeni, bu topluluklar tarafından kabul görmüş veya kitle olarak uygulanmakta olan bazı inanç uygulamalarına karşı çıkmalarından dolayıdır. Örneğin:
1. Esas delil, kitap (Kur’an-ı Kerim ve Sünnet)tir. Akıl delil olamaz.
2. Müteşabih âyetler, muhkem âyetler gibi
delildir; bunların zâhiri murad edilmiştir. Bu sebeple bunları (yaratıklar
tarafından) tevil ve tefsir etmek küfürdür,
bunlar zahiri manalarıyla manalandırılır.
3. İmanda, amel dahili olarak mevcuttur. Amel imandan bir cüzdür. Artar ve eksilir. İman, kalple tasdik, dil ile söylemek ve rükünleri yerine getirmektir. Buna göre ameli yerine getirmeyen kimse imansızdır.
4. Tasavvuf bid’attır; tarikata girmek, mürşide bağlanmak, onu vesile edinmek, rabıta kurmak şirktir, küfürdür.
5. Kabirler üzerine kubbe yapmak, adak adamak, kabirleri ziyaret etmek, küfürdür, delalettir.
6. Kim Beytullah’tan başka bir kabri, türbeyi veya şehitliği, yahut ta başka bir yeri tazim için tavaf ederse Allah’a şirk koşmuş olur.
7. Falcılara, müneccimlere inanmak şirktir.
8. Dinde Mevlid okuma yoktur.
9. Kendisi ile Allah arasına, kendisine tevekkül edeceği, onlara yalvaracağı ve onlardan yardım isteyeceği vasıtalar koyan kimse, küfre girmiştir.
10. Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetinde bulunmayan bir şeyi (bid’at) ortaya koyan kimse mel’undur ve ortaya attığı şey de reddedilir.
12. Nazar değmemesi için nazar boncuğu taşımak, muska takınmak, ağaç, taş ve benzeri şeyleri kutlu saymak, Allah’tan başkası için kurban kesmek, Allah’tan başkası için adak adamak, belânın, hastalığın yok olması için boncuk, ip, hamaylı ve benzeri şeyleri takınmak, yıldız falı ve benzeri şeylere inanmak, salih kişilere saygı gösterip onlardan dua yoluyla yardım dilemek, şirktir.
13. Beş vakit namazın cemaatle kılınması farzdır. Namazı terk eden kimse kafirdir ve onlar hakkında dinden çıkmış (mürtet) hükmü verilir.
14. Kur’an-ı Kerim ve Sünnet zahiri
anlamlarıyla değerlendirilir ve anlaşılır. Bu mânada müteşabihler de delildir;
ancak zâhiri ile ele alınır, ona göre mânalandırılır. Bu işte aklı ve tevili
işe karıştırmak bid’attir, küfürdür.
15. Allah’ın zatı ve sıfatları ile ilgili Kur’an-ı Kerim’i Kerim’de geçen âyetler, olduğu gibi alınmalı; ister muhkem ister Müteşabih olsun, zahirlerine göre mânalandırılmalıdır. Te’vil bid’at ehlinin işidir.
Diğer Sünni gruplarla, Vehhabiler arasındaki belli başlı ihtilaf noktaları yukarıda bahsi geçen hususlardır. Bu hususların Kur’an-ı Kerim’e uygun olup, olmamalarından bahsetmeden önce, İmam olarak kabul ettikleri Ahmet İbn-i Hanbel’in, Kur’an-ı Kerim, Hadis ve İslam anlayışından, konunun daha iyi anlaşılması için bahsetmekte yarar vardır. İmam Ahmed, Kur’an-ı Kerim’in zahirini (açık manasını) alıp sünneti terk edenlere red için kitap yazdı. O kitabın mukaddimesinde (önsözünde) şöyle der:
“Kur’an-ı
Kerim’i Kerimin zâhiri, batını, özeli, umumisi, mensuhu, nasihi, kitabın
kastettikleri var. Kitabın delâlet ettiği manaları Peygamber (sünnet yoluyla)
açıklar, tefsir eder, bu hususta onun yanında olanlar, Allah’ın ona dost ettiği
ashabıdır. Onlarda ondan naklettiler”. (Kaynak: Prof. Muhammed Ebu Zehra,
Ahmed İbn-i Hanbel, Sayfa 240, Hilal Yayınları 1984 )
İmam Ahmed’in bu sözleri dört şeye delalet etmektedir;
Kur’an-ı Kerim’in batını (yani gizli öğretisi) vardır.Kur’an-ı Kerim’in zahiri (yani açık öğretisi) sünnete takdim edilemez, başka bir ifadeyle sünneti iptal edemez.Kur’an-ı Kerim’in manasını açıklayıp tefsir eden Peygamberdir. Başkası onu tevil edemez, çünkü onun beyanı sünnettir. Başka yoldan beyan edilemez. Böylece Peygamber sünneti adı altında, Kur’an-ı Kerim üzerine kendi hakimiyetini kurmak istemektedir.
İbni Teymiyye, Zemahşeri ve başkalarının yaptığı gibi, Kur’an-ı
Kerim’in reyle anlaşılmasını inkar etmektedir. Onun görüşüne göre Kur’an-ı
Kerim’in açık manası ile sünnet red olunmaz, onun mana ve delaletini sünnet
tayin eder. Sünnet beyan bakımından Kur’an-ı Kerim’e hakim sayılır. Kur’an-ı
Kerim sünnete hakim değildir.
Şatıbi sünnetin Kur’an-ı Kerim’e hakim
olmasını şöyle açıklar; Ulemaya göre
sünnet, kitaba hakimdir, kitap (Kur’an-ı Kerim) hakim değildir, çünkü Kitabın,
iki ve daha ziyade şeye ihtimali vardır. Sünnet gelir, bu ihtimalden birini
tayin eder, böylece sünnete müracaat olunur, kitabın muktezası belli olur, yine
bazen kitabın zahiri bir emir olur, sünnet gelir, onu zahirinden çıkarır...
Nasıl ki, kitabın mutlakını takyid, umumunu tahsis eyler, onu zahirinden başka
bir manaya hamleder. Kur’an-ı Kerim eli kesme hükmü getiriyor. Sünnet bunu,
nisab miktarı, muhafaza olunan malı çalana tahsis ediyor. Kur’an-ı Kerim bütün
zahirdeki mallardan zekat almağı emrediyor, sünnet bunu belli mallara tahsis
ediyor. Kur’an-ı Kerim: Nikahı haram olanları saydıktan sonra “Bunlardan başka kadınlar size helaldir”
diyor. Sünnet bir kadını halası veya teyzesiyle birlikte nikahlamağı bunlardan
çıkarıyor. (Kaynak: Prof. Muhammed Ebu Zehra, Ahmed İbn-i
Hanbel, Sayfa 242, Hilal Yayınları 1984 )
Ayrıca, Namaz ve Haccın, sünnet olmadan Kur’an-ı Kerim esas alınarak uygulanamayacağını iddia etmektedirler. Zira onlara göre, Peygamber namazın beş vakit olduğunu, rekatların adedini, mukim iken, seferde iken nasıl kılınacağını, haccın usulünü bildirip beyan ettiğini, bu suretle sünnet Kur’an-ı Kerim’in beyanı oldu derler.
“İmam Ahmet
birçok sözlerinde bildirmiştir ki, Kur’an-ı
Kerim’in bilgisi sünnet yoluyla olur. Bu din sünnet yoluyla öğrenilir.
İslam fıkhının en kestirme ve en işlek yolu sünnetten geçer. Sünnetin
beyanından yadımlanmaksızın sadece kitaptan öğrenmeğe çalışanlar doğru yolu
şaşırırlar, Hak yolu bulamazlar.
(Kaynak: Prof. Muhammed Ebu Zehra, Ahmed İbn-i Hanbel, Sayfa 250, Hilal
Yayınları 1984 )
Daha bunu gibi birçok söz ve iddiaları vardır. Ve bu iddialarının neticesinde, sünnetin Kur’an-ı Kerim ayetlerini nesh yani iptal edebileceğini, fakat Kur’an-ı Kerim’in sünneti nesh edemeyeceğini, zira sünnetin Sünnetin Kur’an-ı Kerim’e hakim olduğunu, fakat Kur’an-ı Kerim’in sünnete hakim olmadığını dini öğretilerine esas alırlar. Sünnetin tamamına yakınının Kur’an-ı Kerim’e aykırı olduğunu kendileri de itiraf etmelerine rağmen, bu görüşlerinde diretirler. Bu hususta, örneğin: “İbni Kayyım, Ahmed’in ve Şafii’nin görüşlerini destekleyerek şöyle der: “Eğer bir kimsenin kitabın zahirinden (yani, Kur’an-ı Kerim’in açık manasından) anlayışına göre Peygamber Aleyhisselamın sünnetleri reddolunacak olursa, o zaman sünnetin çoğu reddolunur ve sünnet batıl olur.” derler. (Kaynak: Prof. Muhammed Ebu Zehra, Ahmed İbn-i Hanbel, Sayfa 247, Hilal Yayınları 1984 )
Vehhabi adını, kendi adından dolayı almış oldukları, mezheplerinin kurucu önderi durumundaki Muhammed b. Abdulvehhab’ın din anlayışına bir örnek teşkil etmek üzere resim konusunda ki görüşüne yer verirsem, şöyle der:
·
“Ebu Hüreyre (r.a)’den Resûlullah
(s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allah-u Teala
şöyle buyuruyor:“Benim yaratıklarım gibi yaratıklar yapmaya kalkışanlardan daha
tecavüzkar kim olabilir? Haydi öyleyse bir zerresini yaratsınlar yahut tek
buğday veya arpa tanesini yaratsınlar.”
·
Aişe
(r.a.)’den Resûlullah (s.a.v) şöyle buyuruyor:“Kıyamet günü en şiddetli azaba
çarptırılacak olanlar: Allah’ın yarattıklarının benzerini yapanlardır.”
·
İbn Abbas (r.a.’dan Rasûlullah
(s.a.v.) şöyle buyuruyor:“Her tasvirci
ateştedir. Tasvir ettiği her suret için kendisine ayrı bir can verilerek
cehennemde azaba terk edilir”.
·
İbn Abbas (r.a.’dan Rasûlullah
(s.a.v.) şöyle buyuruyor:“Kim dünyada bir
suret tasvir ederse, kendisinden ona ruhunu da vermesi istenir ki, hiçbir zaman
veremeyecektir...(Muhammed b Abdu’l-Vehhab, Çeviren
Harun Ünal, Sayfa 134 Cilt II, Tevhid Yayınları.)
Bu sözlere ait dayanağı Kur’an-ı Kerim olmayıp Kütüb-i Sitte’deki rivayetlerdir. Böylece, resim yapanların cehennemde ebedi kalacaklarını savunmuş olmaktadırlar. Hal bu ki, Kur’an-ı Kerim esas alındığında değil resim yapmak, heykel yapmanın dahi İslam dininde günah olmadığını, Cinlerin, Süleyman Peygambere süs olarak heykel yapmalarından kolayca anlayabiliriz. İslam dininde, resim veya heykel yapmak suç değildir, heykel veya resimlere tapmak veya gayri ahlaki resim ve heykel yapmak günahtır.
Bu örnekle Vehhabilerin Kur’an-ı Kerim’i
dikkate almayarak, rivayetleri esas aldıklarını ve diğer inanç sahiplerinden bu
konuda inançlarının farklı olmadığını vurgulamak istedim. Hatta Muhammed b.
Abdulvehhab, Tevhid isimli kitabında şöyle demektedir:
“Güya bir kimse Rasûlullah (sav)’in getirdiği şeylerle amel etse, fakat bu sayılanlardan birini inkar etse kafir olmazmış! Böyle bir sonuca şaşmamak elde değildir.” ayrıca “Rasûlullah (sav)’in getirdiği şeylerin bir kısmını tasdik edip de bir kısmını yalanlayan kişi bütün alimlere göre kafirdir. Kur’an-ı Kerim’in bir kısmına iman edip bir kısmını yalanlayan kimse de böyledir.” (Muhammed b Abdu’l-Vehhab, Çeviren Harun Ünal, Sayfa 149-175 Cilt I, Tevhid Yayınları. ).
Bu sözleriyle, sünnetten herhangi bir
şeyi kabul etmeyip red etmenin, Kur’an-ı Kerim’in bir kısmına iman edip bir
kısmını yalanlamayla aynı şey olduğunu, dolayısıyla böyle bir kimsenin kafir
olduğunu iddia etmektedir. Rasûlullah’ın
sünnetinden kast ettiği de, Kütüb-i Sitte’deki rivayetlerle, bunlara ek olarak
Ahmed İbn-i Hanbel’in “Müsned”
isimli kitabında naklettiği rivayetlerdir. Kütüb-i Sitte de ki Rivayet
öğretisinin ne durumda olduğunu, zaten yukardaki bölümlerde arz etmiştim.Kendileriyle
diğer Sünni gruplar arasında ihtilaf konusu olan hususlara gelince:
1- “Esas delil, kitap (Kur’an-ı Kerim ve Sünnet)tir. Akıl delil olamaz”, demeleri.
Bu İfadeleri gerçeği yansıtmamaktadır, Esas delil yalnız Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an-ı Kerim’in kendi dışındaki hiçbir kaynağa ihtiyacı yoktur. Başka kaynağa ihtiyacı olduğunu söyleyenler, Kur’an-ı Kerim’in hürriyetini yok etmeye çalışan ve onu tahakküm altına almaya çalışanlardır. Dünyada Kur’an-ı Kerim dışında hiçbir kitap mevcut olmasa dahi, İslam dininin anlaşılması ve uygulana bilmesi için Kur’an-ı Kerim tek başına yeterlidir. Zira o öyle bir kitaptır ki bütün misalleri ihtiva ettiği gibi, öğretide batını (gizli) yönü olmayan açık ve kolay anlaşıla bilen bir kitaptır. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’den mealen:
Andolsun biz bu Kûr’an’da, insanlara her çeşit misâli türlü biçimlerde anlattık, ama insanlardan çoğu küfürde direttiler. (İsra -89)
Görüldüğü gibi, Kur’an-ı Kerim’de bütün misaller mevcut olup, aksini iddia etmek, Kur’an-ı Kerim’de noksanlık olduğunu söylemektir. Böyle bir iddia ise Kur’an-ı Kerim’i inkar etmekten başka bir şey değildir. Kur’an-ı Kerim’i inkar ise İslam dinine göre küfrün ta kendisidir.Kur’an-ı Kerim’le yetinmeyenler hakkında ise Kur’an-ı Kerim’de şöyle denmiştir, mealen:
Bilmeyenler dediler ki: “Allah bizimle konuşmalı, ya
da bize bir âyet (mûcize) gelmeli değil miydi?” Onlardan öncekiler de onların
dedikleri gibi demişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi. Gerçekleri iyice bilmek
isteyenlere âyetleri apaçık gösterdik (Bakara-118)
Gerçekleri iyice bilmek isteyenler için, Kur’an-ı
Kerim’in apaçık ayetleri yeterlidir. Kur’an-ı Kerim, Allah’ın kelamı olduğu
gibi, en üstün mucizenin kendisidir. Kur’an-ı Kerim kolay anlaşılır bir
kitaptır. Bu hususta Kur’an-ı Kerim’den mealen:
Andolsun biz Kur’an-ı Kerim’i öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?
(Kamer
22)
Akıl delil olmaz demelerine gelince,
yaratıkların aklıyla din konmaz zira dini koyan Allah’tır. Ancak akıl dini
anlamak için şarttır. Aklını kullanmayanlar hakkında Kur’an-ı Kerim’de şöyle
denmiştir, mealen:
Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz ve (Allah) pisliği (azâbı ve rezilliği), akıllarını kullanmayanlara verir. ( Yunus 100)
2- “Müteşabih ayetler, muhkem âyetler gibi, delildir; bunların zâhiri murad edilmiştir. Bu sebeple bunları (yaratıklar tarafından) tevil ve tefsir etmek küfürdür, bunlar zahiri manasıyla manalandırılır.” demeleri:
Bu iddialarıyla, Müteşabih (benzetmeli) ayetlerin, muhkem ayetler gibi okunan mana ile hiçbir Te’vil ve benzetmeye gidilmeksizin anlaşılması gerektiğini, aksi takdirde böyle inanmayan kimsenin kafir olacağını söylemektedirler. Böyle bir iddiada bulunmaları ise Kur’an-ı Kerim’e uygun değildir. Zira Kur’an-ı Kerim’de, yukardaki bölümlerde de açıkladığım üzere “muhkem ve müteşabih olmak üzere” iki çeşit ayet vardır ve bunların anlaşılması birbirinden farklıdır. Anlamak bakımından Müteşabih (benzetmeli) ayetler Muhkem (Benzetmesiz) ayetler gibidir demek, müteşabihleri, muhkemleştirerek yok saymaktan başka bir şey değildir. Böyle bir anlayış, Kur’an-ı Kerim ayetlerini inkar manasında olduğu gibi, bu şekilde inanan kimse bu anlayışından dolayı, Allah’ı Tecsim yani yaratıkların cisimlerine eş tutmaktan kurtulamaz. Böyle bir durum ise Allah’a şirk koşmanın ta kendisidir.Bu şekildeki inançlarından örnekler verecek olursam, “ Şüphesiz, Allah’u Teala’nın “el” sıfatını inkar eden de kafir olmuştur. Çünkü Allah’u Teala bir çok ayet-i kerimede bunu kendi zatına izafe ederek sabit kılmıştır” demektedirler. Allah (c.c.) ise şöyle buyuruyor:
Allah’ı hakkıyla takdir edip bilemediler. Halbuki Kıyamet Günü, arzın tümü avucunda ve gökler de sağ elinde dürülür. (Allah) Müşriklerin ortak koştuklarından yüce ve münezzehtir.” (Zümer 67)
“Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Kibirlenmek mi istedin, yoksa yücelik taslayanlardan mı oldun.” (Sad 75)
Abdullah b. Mes’ud şöyle dedi:
“Hahamlardan biri Resûlullah’a (s.a.v) gelerek: “Ya Muhammed! Biz Tevrat’ta Allah’ın gökleri bir parmağında, su ve yeri bir parmağında, ağaçları bir parmağında ve diğer yaratıkları da bir parmağında tutarak akabinde ‘Melik benim’ dediğini görüyoruz.” dedi. Allah Resulü (s.a.v) hahamın sözünü tasdik ederek güldü, öyle ki mübarek azı dişleri göründü sonra “Allah’ı gereği gibi takdir edip bilemediler.” (Zümer 67) ayetini sonuna kadar okudu.”
Buhari, Müslim, Sünen ve Müsned kitaplarındaki ve diğer İslami eserlerdeki bir çok hadis Allah’u Teala’nın “el” sıfatını ispat etmektedir. Hiç şüphesiz, bu sıfatı bilmeyen cahil, bilerek inkar eden de kafirdir. Allah’ın (c.c.) sıfatlarına, tahrif etmeden, yaratıkların sıfatlarına benzetmeden iman etmek lazımdır.”
Allah’ın (c.c.) Arş’a İstiva (oturmak)sını İnkar Etmenin Hükmü:
Bir adam İmam Malik’e gelerek:“Rahman arşa istiva etti” ayetindeki istivanın keyfiyeti nasıldır?” diye sordu. İmam Malik:“İstiva dilde malumdur, keyfiyeti meçhuldür, buna iman etmek vacip, ondan soru sormak bidattir.” cevabını verdi. İstivanın keyfiyetini sadece Allah’u Teala bildiği için bu konuda soru sormak doğru değildir. Allah Azze ve Celle Kur’an-ı Kerim’in yedi yerinde istiva sıfatını zikrederek kendisini övmüştür. Bu sıfatı bilip kabul etmek vacip, inkar etmek ise küfürdür. Allah’ın (c.c.) sıfatını kendisinden başkasının bilmesi mümkün olmadığından, istivanın keyfiyetini ve nasıl olduğunu Allah’tan (c.c.) başka kimse bilemez.” (Kaynak: Tevhid, Yazan. Abdurrahman Abdu’l-Halık, Cilt 4 Sayfa12-13 Tevhid Yayınları. )
Ayrıca bu anlayışları çerçevesinde, Allah’a
gerçek manada kadem (ayak), sak( baldır), vech (yüz) gibi sıfatlar kabul
ederler. Sadece söyledikleri tek şey, Allah’ın bu sıfatlarının, yaratıkların
sıfatlarına benzemediğini söylemeleridir. Yani derler ki: Allah’ın gerçek
manada “Eli, ayağı, yüzü, baldırı vardır”
fakat yaratıkların bu gibi uzuvlarından farklıdır. Ayrıca, Allah gerçek manada
oturmakta (İstiva etmekte) olup, oturuşu yaratıkların oturuşundan başkadır ve
bu gibi ifadelerle güya Allah’ı Tecsim etmekten, ani cisim saymaktan kaçınmış
olmaktadırlar.
Halbuki, Kur’an-ı Kerim’de öyle Müteşabih
ayetler vardır ki, Allah’ın zatı hakkında, Müteşabih değil de, gerçek manada
var olarak kabul edildiklerinde, Allah’ın bu sıfatı, yaratıkların hiç birisinin
sıfatına benzemez ve aynı değildir, hatta, vardır fakat nasıl olduğu bizce
bilinemez dense dahi, bu ifadeler söyleyeni, Allah’ı cisimlendirmekten,
dolayısıyla yaratıklara benzetmekten kurtaramaz ve söyleyen şirke düşmüş olur.
Şöyle ki; Kur’an-ı Kerim’den mealen:
Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Kötülüğü emreder, iyilikten menederler ve ellerini sıkı tutarlar. Allah’ı unuttular, O da onları unuttu. Münâfıklar; işte yoldan çıkanlar onlardır. ( Tevbe 67)
Onlar ki dinlerini bir eğlence ve oyun yerine koydular ve dünyâ hayâtı, kendilerini aldattı. Onlar, bu günleriyle karşılaşacaklarını nasıl unuttular ve âyetlerimizi bile bile nasıl inkâr ediyor idilerse, biz de bugün onları öyle unuturuz! (A’raf 51)
Bu ayet meallerinde görüldüğü gibi, Müteşabih yani benzetmeli olarak Allah’ın unutmasından bahsedilmektedir. Eğer ki bu ifadeyi Müteşabih olarak değil de, Vehhabilerin bu hususta ki mantık kalıpları içerisine koyarak, “Allah’ın gerçek manada unutması vardır, fakat biz mahiyeti konusunda yorum yapmayız ve Allah’ın unutması yaratıkların unutmasına benzemez” demek suretiyle bir kimse anlayışını ortaya koyacak olsak Allah’a noksanlık kabul etmiş olmaktan kurtulamayız. Zira unutma noksanlıktır. Gerçek manada, Allah için söylendiğinde, nasıl ifade edilirse edilsin söyleyen kişi, Allah’a şirk koşmaktan kurtulamaz. Şirk koşuyor, zira bir noksanlık olan unutmayı gerçek manada Allah’a yakıştırmak suretiyle, unutmayı Allah’a üstün tutmuş olur, dolayısıyla unutmayı ilâhlaştırmış olmaktadır. Halbuki bu konuda unutmaktan kasıt, Allah’ın gerçek manada unutması olmayıp, hak eden kimseleri rahmetinden kovmasıdır. Zira, Allah asla unutmaz. İşte böyle dendiğinde , Vehhabiler, diyenler için, Allah’ın sıfatını inkar ediyorlar deyip tekfir etmektedirler. Aynı şekilde, Allah için gerçek manada oturma kabul edildiğinde, her ne şekilde söylenirse söylensin, mesafenin ilahlaştırılması ve Allah’a tahakküm etmiş olduğu iddia edilmiş olmaktadır, zira sonradan meydana gelen oturma fiilleri için bir mesafenin kat edilmesi zorunludur. Bu ise Allah’a noksanlık atfetmekten O’nu yaratıklara benzetmekten başka bir şey değildir. Allah, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir; O “Subhan”dır. Örneğin: Kur’an-ı Kerim’de ki muhkem ayetlerde, Allah asla unutmadığını belirtmektedir;
Biz ancak Rabb’inin emriyle ineriz. Önümüzde, arkamızda ve bunlar arasında olan her şey O’na aittir. Rab’in (aslâ) unutkan değildir. (Meryem 64)
Ayrıca, Allah’ın istediği bilgileri kayda aldırması, unutacağı kaygısıyla değil, hikmeti icabıdır;
Dedi ki: “Onların ilmi Rabb’imin yanında bir kitaptadır. Rabb’im şaşmaz ve unutmaz.”
(Ta-ha 52 )
Sözü açık söylesen de (gizli söylesen de) muhakkak O, gizliyi de, ondan daha gizlisini de bilir. (Ta-ha-7)
Sözü açık söylesen de (gizli söylesen de) muhakkak O, gizliyi de, ondan daha gizlisini de bilir. (Ta-ha-7)
De ki: “Göğüslerinizde olanı gizleseniz de, açığa vursanız da Allah onu bilir; göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye kadirdir. (A’li İmran-29)
Allah gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz her şeyi bilir. (Nahl-19)
Ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. (A’li İmran-5)
Rabb’imiz, sen bizim gizlediğimizi ve açığa vurduğumuzu hep bilirsin. Ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. (İbrahim-38)
Görüldüğü gibi, Allah için unutma veya
herhangi bir konuda bilgisizlik olacak şey değildir. Her ne şekilde olursa
olsun, bunun aksini iddia eden kimse, Allah’ta böyle bir husus vardır, fakat
yaratıklarınkine benzemez dese dahi durum aynıdır. Allah’a noksanlık ve acizlik
atfetmekle şirke girmiş olur. Muhkem ve Müteşabih ayetler konusu üzerinde
çok konuşulmuş bir konu olduğundan yukarıdaki bölümlerde ayrıntılı olarak
işlememe rağmen daha da iyi anlaşılması için tekrar örneklendirerek anlatmaya
çalışacağım;
Sana Kitabı indiren O’dur. O kitapta, kitabın esası olan muhkem âyetler ve diğer Müteşabih âyetler vardır. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne ve tevil isteyerek Müteşabih âyetlere uyarlar. Halbuki onun tevilini, ancak Allah ve ilimde fasih olanlar (yüksek payeye erenler) bilirler. Ve onlara iman ettik, hepsi Rabbimiz tarafındandır derler. Onlardan Aklıselim sahiplerinden başkası düşünüp anlamaz. ( A’li İmran-7)
Yukarıda mealini yazmış olduğum Âl-i İmran Sûresi 7. Ayetiyle ilgili olarak, Müteşabih ayetlerin tevilini kimin bilebileceği konusunda anlaşmazlık mevcut olup, bu konuda belli başlı dört görüş ortaya atılmıştır;
1. Müteşabihin tevilini (maksudunu, onların künhünü,) ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar: ‘Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır’ derler.
2. Müteşabihin tevilini (tefsirini, yorumunu,) ancak Allah bilir ve İlimde derinleşmiş olanlar: ‘Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır’ derler.
3. Müteşabihin tevilini (maksudunu, künhünü) ancak Allah ve ilimde derinleşmiş olanlar bilir ve: ‘Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır’ derler.
4. Müteşabihin tevilini (tefsirini, yorumunu) ancak Allah ve İlimde derinleşmiş olanlar bilir ve; ‘Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır’ derler.
Esasa tesir etmeyen, parantezler içerisindeki değişik ifadeler nedeniyle bu konudaki görüşler her ne kadar dörde tasnif edilmişse de, müteşabih ayetlerin tevili konusunda esas itibariyle iki grup mevcut olup, bir grup, müteşabih ayetlerin tevilini yalnız Allah bilir derken, diğer grup, müteşabihlerin tevilini ilimde derinleşmiş olanlarda bilir, demektedirler.
Bana göre doğru anlayış, müteşabih ayetlerin tevilini yanı kastedilen manalarını, Allah ve Kur’an-ı Kerim’i bir bütün halinde hakkı ile okuyabilen kimselerin bildiği yönündedir. Bu anlayışa varmamın nedeni yine Kur’an-ı Kerim ayetlerine dayalı olup, izah ettiğimde doğru bir görüş olduğunun kolayca anlaşılabileceği kanaatindeyim;
Aksi görüşte olanlar, görüşlerine esas olarak, Müteşabih ayetlerin tamamının Allah’ın zatı hakkındaymış gibi bir anlayış sergilemek suretiyle görüşlerini ifade etmektedirler. Bu anlayış ise kökten hatalı ve yanlıştır. Zira kullar hakkında da Müteşabih ayetler mevcut olup, kulların yaratılışı dikkate alındığında manaları kolayca anlaşılabilmektedir. Âl-i İmran Sûresi 7. Ayetinde Müteşabih ayetlerin özelliği hakkında kullanılan ifade bir genelleme olup, Kur’an-ı Kerim’de ki tüm Müteşabih ayetleri kapsamaktadır. Böylece herhangi bir Müteşabih ayetin tevili bilinebiliyorsa, tümünün manası bilinebilir manası kolayca anlaşılır. Allah’ı gözler göremez, fakat gözler kulları görür ve kulların durumları hakkında bizzat kendimizin kul olması hesabıyla bilgi sahibiyiz. Bu durumu dikkate alarak, kullarla ilgili Müteşabih ayetlerden örnekler vererek, manalarının başka bir ifadeyle tevillerinin bilinebileceğini, böylece kullar tarafından tevilin mümkün olduğunu göstermeye çalışacak olursam;
Rabb’in, yalnız kendisine tapmanızı ve anaya babaya iyilik etmenizi emretti. İkisinden birisi, yâhut her ikisi, senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşır (ihtiyarlık zamanlarında senin yanında kalırlar)sa sakın onlara “Öf!” deme, onları azarlama! Onlara güzel söz söyle. (İsra-23)
Onlara acıyarak alçak gönüllülük kanatlarını ger ve: “Rabbim! Küçükken beni yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et” de. (İsra-24)
Onlardan bâzı çiftlere verdiğimiz dünyalığa gözlerini dikme ve (sana inanmadıkları için) onlara üzülme, Müminlere kanatlarını indir. (Hicr-88)
Allah ile beraber başka bir ilah çağırma, sonra azap edilenlerden olursun. Önce en yakın akrâbanı uyar .Ve müminlerden sana uyanlara kanatlarını indir. (Şuara-213-215)
Mealini yazmış olduğum ayetlerde şefkat kanat germeye teşbih edilmiştir. Ve kanat germekten kastın şefkat göstermek olduğu gayet açıktır. Böylece, Müteşabih olarak verilmiş olan kanat germe olayı, şefkat olarak anlaşılmakla tevil yapılmış olur. Devam edelim;
Allah’tan başka dost edinenlerin durumu kendine ev
edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en çürüğü örümcek evidir. Keşke
bilselerdi. (Ankebut-41)
Buradaki teşbih de gayet açıktır. Allah’tan başka dost edinenler ve onları kendilerine dayanak olarak görenler, örümceğin evi gibi en çürük dayanağa dayanmış olmaktadırlar. Mana anlaşılmakla tevil yapılmış olmaktadır.
Buna göre yüzüstü kapanarak yürüyen mi daha çok hidayete ermiştir; yoksa dosdoğru yolda dümdüz yürüyen mi? (Mülk-22)
Burada da yine teşbih olayı vardır ve tevili mümkündür, zira yüzüstü kapanarak yürüyenden maksat, Allah yolunda olmayanlar, dosdoğru yolda dümdüz yürüyenlerden maksat ise Allah yolunda gidenlerdir. Böylece Müteşabih ayetlerin tevil edilebileceğini göstermeye çalıştım.
Diğer bir husus da, Allah’ın Arş’a istiva etmesi konusudur. Bu hususta Vehhabiler her ne kadar nasıl olduğunu bilmezsek de, Allah Arş’ın üzerine kurulmuştur, diğer bir ifadeyle, Allah Arş’ın (tahtın) üzerine oturmuştur. Böylece, her ne kadar, izah edemeyiz deseler dahi, gerçek manada, Allah’a oturma isnat etmişlerdir. “İstiva dilde malumdur, keyfiyeti meçhuldür, buna iman etmek vacip, ondan soru sormak bidattir.” demeleri bunu ifade etmek içindir. Allah’la ilgili olarak istiva kelimesi Kur’an-ı Kerim’in yedi yerinde değil, dokuz yerinde geçmektedir. Yedi tanesi Arş’a istiva, iki tanesi Göğe istivadır. Anlaşılan odur ki, gökle ilgili olanlardan bahsetmek işlerine gelmemektedir.
O ki, yeryüzünde ne varsa sizin için yarattı; sonra göğe doğru istiva ederek, onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilir. (Bakara;29)
Sonra duman hâlinde bulunan göğe doğru istiva ederek, ona ve arza: “İsteyerek veyâ istemeyerek gelin,” dedi. “İsteyerek geldik.” dediler. (Fussilet-11)
Yukarıda yazılı ayet meallerinden anlaşılacağı üzere. İstivadan maksat, istiva edilen şey üzerine hakimiyet kurup, onu ve ona bağlı şeyleri yönlendirme olayıdır. Yani buradaki olay, istivadan kastedilen şeyin gerçek manada oturma olmayıp, hakimiyet, düzenleme ve emir olayı olduğunu açıkça belirtir;
Şüphesiz ki, Rabb’iniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istiva eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi ayı ve yıldızları emrine boyun eğdirmiş durumda yaratan Allah’tır. Biliniz ki, yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir! (A’raf-54)
O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’ın üzerine istiva edendir. Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür. (Hadid-4)
Şimdi, Allah’ın Arş’a istiva etmesiyle, her nerede olursak olalım, Allah’ın bizimle birlikte olduğu ifadelerini birlikte düşünürsek, olayın bir mekan tutma olayı olmayıp, hakimiyet olayı olduğu kolayca anlaşılır. Zira biz bir yaratık olarak mekan tarafından kuşatılmış durumdayız, Allah’ın bizimle beraber olması, bu duruma göre hakimiyet kurması dışında düşünülemez, aksi takdirde, haşa ondan, Allah’ında birliktelikten dolayı mekan tarafından kuşatılmış olduğu söz konusu olmuş olur, bu ise Allah için düşünülemeyecek bir husustur. Mekan tarafından kuşatılmak veya çerçevelenmek noksanlıktır. Allah, noksanlıklardan münezzehtir. Arş içinde aynı durum söz konusudur, her ne şekilde düşünülürse düşünülsün, gerçek manada Arş üzerine oturmak, oturulan istinat noktaları tarafından sınırlanmak demektir. Bu durum da aynı şekilde noksanlık olup, Allah hakkında düşünülemeyecek bir husustur. Hiçbir mekan, hiçbir yönden ve hiçbir şekilde Allah’ı kuşatamadığı gibi, Allah’ın hiçbir mekana ihtiyacı yoktur. Mekanlar da Allah’ın yaratıklarıdırlar ve yaratılmalarının başlangıcı olup, sonradan yaratılmışlardır, Allah, hiçbir mekanın olmadığı, yani hiçbir mekanın yaratılmadığında da aynı Allah’tır.
3 - İmanda, amel dahili olarak mevcuttur. Amel imandan bir cüzdür. Artar ve eksilir. İman, kalple tasdik, dil ile söylemek ve rükünleri yerine getirmektir. Buna göre ameli yerine getirmeyen kimse imansızdır demeleri
Bir kimsenin, ahirette cehennem azabından kurtulması, yani hiç azap görmemesi ve cennete girebilmesi için, İslam Dinine göre gerekli şart iman etmesi ve salih (iyi) ameller işlemesine bağlıdır. İman, inanç yani tasdik etmektir. Amel ise yapmaktır. Bu iki olay her ne kadar değişik iki olay olsalar da, dini açıdan kurtuluş olayına baktığımızda, bu olayın tamamlayıcı unsurlarıdırlar.Öyle ki, herhangi bir tanesinin olmaması veya yeterli olmaması, diğerinin de yok sayılma nedenidir. Şöyle ki, dini açıdan kurtuluşu bir kasa gibi düşünelim ve bu kasanın açılması iki ayrı anahtara ihtiyaç göstermiş olsun, bu anahtarlardan biri iman ve diğeri de amel olmuş olsun, işte kasanın açılması nasıl ki bu anahtarlardan biriyle mümkün değilse ve iki anahtarla açılmasına ihtiyaç varsa dini açıdan kurtuluş için imanla amel arasında bu şekilde yakın ilişki vardır. Diğer bir ifade ile, bir kimse çok hayırlar işlese ve imanı yoksa, bu işlemiş olduğu hayırlardan ona fayda gelmez, veya imanı olmasına rağmen, hayır kazanmamışsa, iman etmiş olmasının ona faydası olmaz;
Evet kim bir günah kazanır da suçu kendisini kuşatmış olursa işte onlar ateş (cehennem) halkıdır. Orada ebedi kalacaklardır. İnanıp yararlı işler yapanlara gelince, onlar da cennet halkıdır, orada ebedi kalacaklardır. (Bakara-81,82)
Bir kimse imanlı olup da bir kısım sevaplar ve günahlar işlemiş ise, günahının kendisini kuşatıp kuşatmadığına ölçü olarak, günah ve sevabından hangisinin daha fazla olduğuna bağlıdır. Ahirette, amelleri tartılır. Günahı fazlaysa terazisi hafif basar, bu durumda o kimse ebedi cehennemliktir. Bu duruma göre iman etmiş olması ona fayda vermez, cehennemde suçunun cezasını çekip çıkması diye bir şey yoktur, suçunun cezası cehennemde ebedi kalmasından ibarettir. Terazisi hafif değil de, ağır basarsa o kimse ebedi cennette kalacaktır, bununda sevaplarının karşılığını tüketip cennetten çıkması olayı yoktur. Cehennemde azap görmenin günahları tüketmemesi gibi, Cennette nimetlenmenin de sevapları tüketme olayı yoktur, ikisinden herhangi birine giren bir daha ebediyen oradan çıkmaz. Her iki yönde amellerin faklılığı oradaki dereceleri etkileyen bir durumdur, şöyle ki günahı daha fazla olana cehennemde daha şiddetli azap derecesi, sevabı daha çok olana cennette daha yüksek nimetlenme derecesi vardır. Sonsuz olarak, cennet cennet olarak, cehennem cehennem olarak kalacaktır. Ne cennetin nimetleri yok olur veya azalır, ne de cehennemin azabı yok olur veya azalır. Kur’an-ı Kerim’den mealen:
Sûra üflendiği zaman artık aralarında akrabalık bağları kalmamıştır; birbirlerini de arayıp sormazlar. Artık kimlerin (sevap) tartıları ağır basarsa, işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir; (çünkü onlar) ebedi cehennemdedirler...(Mü’minun;101-103)
Kimin tartıları ağır gelirse. O, memnûn edici bir hayat içindedir. Kimin tartıları hafif gelirse. Onun anası (gideceği yer) hâviye (uçurum)dur. O uçurumun ne olduğunu bilir misin? (O), kızgın bir ateştir. (Karia 6-11)
İman ve Amelin iki ayrı husus olmalarına
rağmen, İslam dini açısından bir bütün oluşturduklarına ve birbirinin varlığına
delil olduklarına dair, Kur’an-ı Kerim’den mealen:
Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Resûlüne
iman ettiler, sonra şüphe etmediler; ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla
cihat ettiler. İşte (İman iddiasında) doğru olanlar onlardır. (Hucurat;15)
Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman
yürekleri ürperir, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman (o âyetler,
onların) imanlarını arttırır ve (onlar) Rab’lerine tevekkül ederler.Namazlarını
kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızktan (Allah rızası için yoksullara)
verirler.İşte gerçek müminler onlardır. Onlara Rab’lerinin katında dereceler,
bağışlanma ve tükenmez rızk var. (Enfal;2-4)
Yukarıda mealini yazmış olduğum ayetlerin
meallerinde, İmanla amelin bir bütün oluşturdukları açıktır. Şu var ki,
müminlerin de bazen günahları olabilir, onun için aşırı gidilmemişse hemen
tekfir etmemek lazımdır. Kur’an-ı Kerim’den mealen:
Ve onlar bir kötülük yaptıkları, ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah’tan başka kim bağışlayabilir? Ve onlar, bile bile, yaptıklarında ısrar etmezler. (A’li İmran 135 )
İşte onların mükafatı Rab’leri tarafından bağışlanma ve altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlerdir. Çalışanların ecri ne güzeldir! (A’li İmran 136)
Demek oluyor ki, bir günah işleyen kimse,
hemen tövbe edip günahta ısrar etmezse vasıf olarak yine mümindir. Diğer bazı
kimseler vardır ki, büyük günahlara ve edepsizliklere hiç yanaşmazlar, fakat
bazı ufak tefek kusurları vardır. Onlar da yine vasıf olarak mümindirler. Kur’an-ı
Kerim’den mealen:
Onlar ki günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden kaçınırlar, yalnız bazı küçük kusurlar işleyebilirler. Şüphesiz Rabb’inin affı geniştir. O, sizi daha iyi bilir: Gerek arzdan (yerden) inşa ettiği, gerek annelerinizin karınlarında bulunduğunuz zaman biçim verdiği sırada (sizin her halinizi bilir), artık kendinizi (övüp) temize çıkarmayın. Çünkü O, korunanı daha iyi bilir.
( Necm-32)
Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi ağırlanacağınız bir yere sokarız. (Nisa-31)
İmanlı olmasına rağmen, sevap kazanmamış olanların durumuna gelince. Bu konuda, Kur’an-ı Kerim’den mealen:
Onlar ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabb’inin gelmesini yahut Rabb’inin bazı alâmetlerinin gelmesini bekliyorlar. Rabb’inin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden iman etmemiş ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye artık imanı bir fayda sağlamaz. De ki: Bekleyin, şüphesiz biz de beklemekteyiz! (En’am-158)
Yukarıda belirtilen durumlar tahakkuk edince
ki, bu durumlar bir şahıs için imtihan süresinin kapandığı, başka bir ifadeyle
öleceği zaman demektir. Bu safhada, o ana kadar kim iman etmemişse o anda iman
etmesi veya daha önce iman etmiş olmasına rağmen imanında bir hayır (sevap)
kazanmamışsa, daha önce iman etmiş olmasının ona faydası yoktur. Bu da, iyi
ameller olmazsa, iman edilmiş olmanın fayda sağlamadığının kesin kanıtıdır.
Yahut evvelce belirttiğim gibi, sevapları olmasına rağmen, geçerli iman yoksa,
işlenmiş olan sevaplar o şahıs için yok sayılmakta ve ona faydası
olmamaktadır. İslam dinine göre, kurtuluş için kesin olarak akıldan
çıkarılmaması ve yerine getirilmesi gereken durum, farklı şeyler olmalarına
rağmen İman edip salih amel işlemenin birlikte yerine getirilmesidir, bu
husus İslam dinine göre olmazsa olmaz şarttır. Ben bu hususu, yukarıda da arz
ettiğim gibi bir kapıyı açmak için gerekli olan iki ayrı anahtara benzetiyorum.
Kur’an-ı Kerim’den mealen:
İnanıp yararlı işler yapanlara gelince, onlar da
cennet halkıdır, orada ebedi kalacaklardır. (Bakara-82)
İmanın artması olayı, bilgilenme ile ilgili bir olaydır. Kur’an-ı Kerim kendisinin Allah kelamı (sözü) olduğunu ispatlayan ve Müminlerin imanını ayet delilleriyle güçlendiren bir kitaptır.
Bundan dolayı ayetlerin okunması müminler için bir iman artma olayıdır. Zira İman konusundaki delilleri bildikleri ayetlerin artmasıyla artığından imanları artmış olmaktadır. Diğer taraftan delilleri boş verip unutmak da aksi netice verir.
Vehhabilerin: “İmanda,
amel dahili olarak mevcuttur. Amel imandan bir cüzdür. Artar ve eksilir. İman,
kalple tasdik, dil ile söylemek ve rükünleri yerine getirmektir. Buna göre
ameli yerine getirmeyen kimse imansızdır” demeleri İmanla, amelleri bir
birine karıştırmaları açısından yanlıştır. İman ve Amel iki ayrı husustur,
öyle olmasaydı mümin olmamasına rağmen iyi ameller işleyen kimseleri, aynı zamanda
mümin saymak gerekecekti değil mi ki; “Amel
imandan bir cüzdür” demektedirler. Cüz bir bütünün parçası demektir, İslam
dininde bir parça iyi amel; aynı zamanda bir parça imandır mantığı yoktur.
Ancak, iman ve salih amel birbirlerinin varlığıyla ilgili göstergedirler.
Örneğin, büyük günahlar işleyenlerin mümin olmadıklarına hükmedilir. Zira o
günahları işlemek, müminlerin vasfı olmadığı gibi, müminlerin yapacağı bir iş
de değildir. Örneğin: bir kimse
namaz kılmıyorsa, Allah’ın haram ettiği canı haksız yere öldürüyorsa, zina
ediyorsa, faiz yiyiyorsa mümin değildir, zira bu gibi şeylerle iman bir arada
bulunmaz, imanlı olmak bunları yapmaya engeldir. Rahman’a kul olanların
vasıflarıyla ilgili olarak, Kur’an-ı Kerim’den mealen:
Ve onlar ki harcadıkları zaman, ne isrâf ederler, ne de cimrilik ederler, (harcamaları), bu ikisi arasında dengeli olur .Ve onlar ki Allah ile berâber başka ilaha yalvarmazlar. Allah’ın haram ettiği canı haksız yere öldürmezler ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa günâhı(nın cezâsını) bulur.. (Furkan-67-68)
Ve onlar ki kendilerine Rab’lerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onlara karşı kör ve sağır davranmazlar. (Furkan-73)
Muhakkak müminler felâh bulmuştur. Onlar, namazlarında huşua riayet ederler.
(Mü’minun 1-2)
Onlar namazlarını gereği üzere devamlı kılarlar. (Mü’minun-9)
Faiz yasağıyla ilgili olarak, Kur’an-ı Kerim’de mümin olup, olmanın şartı olarak, faiz alınıp alınmaması ölçü olarak konmuştur, buna göre mümin olanlar, faizin yasaklanmasıyla faizden geri kalanı, yani almadıklarını terk edecekler, aksi takdirde faiz alanların mümin olmadıkları bildirilmiştir. Kur’an-ı Kerim’den mealen:
Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve eğer gerçek müminlerseniz, faiz hesabından kalanı terk edin (almayın). (Bakara-278)
4- “Tasavvuf bid’attır; tarikata girmek, mürşide bağlanmak, onu vesile edinmek, rabıta kurmak şirktir, küfürdür” demeleri.
Bana göre de, tasavvuf şirkin, küfrün ta kendisidir. Bunlar yani tasavvufçu olduklarını söyleyen kimseler, İslam dininden çok uzak ve inançları Kur’an-ı Kerim’le bağdaşmayan kimselerdirler. Buna rağmen asırlardır halktan bir çok kimseyi İslam adına kendilerine bağlayarak saptırmışlardır. Bunların tasavvuf inancının temelinde “Vahdeti Vücut” nazariyesi vardır, bu ise, insan oğlunun saptığı en kapsamlı şirk çeşididir. Tasavvuf konusunu İlerde işleyeceğimden şimdilik bu kadarla iktifa ediyorum.
5- “Kabirler üzerine kubbe yapmak, adak adamak, kabirleri ziyaret etmek, küfürdür, delalettir“demeleri.
Kabirler (mezarlar) üzerine bina yapmanın şirk olduğu yolundaki iddiaları Kur’an-ı Kerim’e uymamaktadır. Buna örnek olarak ashabı “Kehf’in” durumunu gösterebiliriz. Kur’an-ı Kerim’den mealen:
(Nasıl onları uyutup sonra uyandırdıksa yine)
böylece onları (bazı insanlara) buldurduk ki, Allah’ın (öldükten sonra
diriltme) vadinin gerçek olduğunu ve kıyametin mutlaka geleceğini bilsinler.
(Bunlar), o sırada kendi aralarında onların durumlarını tartışıyorlardı:
“Oların üstüne bir bina yapın!” dediler. Rab’leri onları daha iyi bilir.
Onların işine galip gelenler (onların durumlarını iyi bilenler veya onların
işini başarıya ulaştırıp tevhidi yerleştirenler): “Mutlaka onların üstüne bir
mescid yapacağız,” dediler. (Kehf-21)
Hal böyle olunca, kabirleri ziyaret etmenin ve üzerlerine mescid yapmanın mahzuru yoktur. Örneğin: Halen Peygamberimizin mezarı mescid içerisinde olup, ziyaret edilmektedir. İslam dinine göre, konu olan mezarın şekli; nereye yapıldığı; ziyaret edilip edilmemesi değildir, yasak olarak konu olan; yapılan ziyaretin İslam dinine uygun olmamasıdır. Eğer, yapılan ziyaret ile kabirdeki kimseler ilahlaştırılmıyorsa, onların kul oldukları hususu dikkate alınarak ziyaret yapılıyorsa bu şirk olan bir ziyaret değildir. Bu konuda şöyle bir örnek vermemiz mümkündür; güneşe bakan iki kişi düşünelim, birisi güneşi ilahlaştırmış ve ona tapmaktadır, bu kimsenin ibadet kastıyla güneşe bakması veya güneşi ilah olarak kabul etmesi şirktir ve böyle bir kişi müşriktir. Diğer kişi güneşi, sadece tabii bir güzellik olarak görmekte ve onu ilâhlaştırmamaktadır, böyle bir kimsenin güneşe bakması, hatta tefekkür etmesi sevaptır ve böyle bir kişi bu hareketiyle şirk işlemiş olmaz. Demek ki konu olan güneşe bakılması değil, ne zihniyetle bakıldığıdır. Peygamberimiz geldiğinde, müşrikler Kabe’nin içini putlarla doldurmuşlardı. Hz.Peygamber, Allah’ın emriyle tevhidi yaydı ve içine putlar kondu diye Kabe’yi yıkmayı hedeflemedi, putlardan temizledi.
Şirkin önlenmesinin yolu, Tevhidin
yayılmasıdır.İstismar ediliyor diye iyi şeyleri yok etmeye çalışmak değildir.Türbe
yapılmaması konusunda ısrarlı olanların iddiası, eğer ki türbe yapılırsa
zamanla türbelerdekilerin İlahlaştırılacağı iddiasıdır. Bu şekilde bir davranış
ve yasaklamayla şirkin önüne geçilemez. Nasıl ki, ilahlaştırılmasın diye güneşi
ortadan kaldırmanın manası ve imkanı yoksa, mezar veya türbe yapılmasını
yasaklamak şirki önleyen bir husus değildir. Zira şirk koşma olayı türbenin
veya mezarın kendisinde değildir; insanların inancındadır. Allah’ın birliğini
kabul etmemiş; zihniyet olarak müşrik olan kimseler, kainatta kendilerinden
başka hiçbir yaratık olmazsa, Allah’a karşı şirk koşmuş olmak için bizzat
kendilerini Allah’a ortak koşarlar zira müşriklerin mücadeleleri Allah’ın
birliğine karşıdır.
Allah’ın birliğini kabul eden Müminler için,
kainatta yaratıkların bulunması bir şirk nedeni değildir, onlar sahip oldukları
tevhit inancının ölçülerine göre derhal şirkin varlığını görerek ondan
etkilenmezler, İblisin onları saptırma konusunda hiçbir gücü yoktur, onlar
Allah’ın koruması altındadırlar. İsterlerse okyanusta bir sandalda namaz
kılsınlar, isterlerse bir mezarlığın tam ortasında namaz kılsınlar bu iki durum
arasında , Müvahhid olmaları açısından kendileri için bir fark yoktur. Türbe
var diye türbede yatanı Allah’a ortak koşanlar, türbe olmazsa dahi türbede
yatanın varlığını bahane ederek yine şirk koşarlar. Değil mi ki, Peygamberlerin
tamamına yakınının değil türbeleri, mezarlarının yeri dahi belli değildir, buna
rağmen müşrikler yine de onları Allah’a ortak koşarlar.
Bu konuda daha birçok örnek vermek mümkündür,
bundan dolayı şirke karşı mücadelede, Kur’an-ı Kerim’de yasaklanmamış olayları
öne sürerek değil insanlara tevhidi anlatarak, Müvahhid olmaları için çaba
göstermekle mümkündür. İhlâs sahibi Müvahhid oldukları müddetçe şeytanın onlara
karşı bir etkisi olamaz, şeytanın saptırabildikleri ihlâs sahibi olmayan
kimselerdirler, ihlas sahibi olmayanların iman konusunda zihniyetleri
karışıktır ve şeytanın saldırılarına açıktırlar. Bundan dolayı şirkten
korunmanın yolu ihlâs sahibi Mümin olmaktadır. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’den mealen:
Meleklerin hepsi topluca secde ettiler, Yalnız
İblis, secde edenlerle berâber olmayı kabûl etmedi. (Allah) : “Ey İblis, nen
var ki sen secde edenlerle berâber olmadın? (İblis) : “Ben, bir salsâl’den
(pişmiş çamurdan), değişken bir balçıktan yarattığın insana secde edemem!”
dedi. (Allah) : “Öyleyse çık oradan (meleklerin içinden çık), dedi, çünkü sen
kovuldun!dedi.Muhakkak ki kıyamet gününe kadar lânet senin üzerine olacaktır! (İblis)
: Rabbim! Öyleyse dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver, dedi. (Allah) :
“Haydi, dedi, sen ertelenmişlerdensin!“O bilinen vaktin gününe kadar!” (İblis)
: “Rabb’im, dedi, beni azdırmandan ötürü an dolsun ki, (ben de) yer yüzünde
onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini azdıracağım.Ancak onlardan ihlâslı
kulların müstesna. (Allah) buyurdu ki : “İşte benim korumayı üzerime aldığım
yol budur.“Benim (hâlis) kullarıma karşı senin bir gücün yoktur. Ancak sana
uyan azgınlar(ı azdırabilirsin sen.) (Hicr; 30-42)
Çünkü inananlara ve Rab’lerine dayananlara o (şeyta)nın bir gücü yoktur. Onun gücü, sadece kendisini dost tutanlara ve Allah’a ortak koşanlaradır. (o, sadece onları kandırabilir).
(Nahl 99-100)
Hal böyle olunca kabirleri (mezarları)
ziyaret etmenin bir mahzuru yoktur. Tabi ki yapılan ziyaret İslam’a uygun
olmalı ve kabirdekileri İlahlaştırmadan
yapılmalıdır. Adak adama durumuna gelince, bu konuda doğruyu
söylemektedirler. İster ölü olsun, isterse canlı olsun hiçbir yaratığa adak
adanmaz, zira hiç kimse hiç kimsenin yerine amel işleyemez. Ameller şahsi olup
herkese kendi eliyle işlediği vardır, bu husus kendisine adak adanan için, ister
ölü veya isterse canlı bir yaratık olsun, adak adayanın onu herhangi bir haceti
(işi veya isteği) için Allah’la kendisi arasında aracı yapması ve eğer
istediğimi yaptırırsan, sevabı sana olmak üzere falan şeyi sadaka edeceğim
demesidir. Böyle bir isteğin İslam dininde yeri yoktur. Bu şekilde
kayırmayla, Allah’a isteğini kabul ettirebileceğini düşünen şirke girer. Diğer
şekilde ise, yapılan duanın bizzat kendisine adak adanan tarafından yerine
getirilmesi istenir, bu ise kendisine adak adanan kulu İlah’laştırmak tan başka
bir şey değildir ve bu davranış da şirktir. Allah kayırmayla duaları kabul
etmez, ancak kulların birbirleri için gönüllü olarak hayır duada bulunmasının
faydası vardır. Nasıl ki ibadet yalnız Allah’a yapılıyorsa, dua da yalnız
Allah’a yapılır. Kul Kuldan dua ile bir şey isteyemez;
(Rabbimiz), Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz. (Fatiha-4)
Ayrıca Kur’an-ı Kerim öğretisine göre, ölüler kesin olarak yaşayanları duyamazlar, her iki tarafın arasında irtibat kesilmiştir. Ölülerin duyabileceğine inanmak, bu konudaki Kur’an-ı Kerim ayetlerini reddetmektir.
6- Kim Beytullah’tan başka bir kabri, türbeyi veya şehitliği, yahut ta başka bir yeri tazim için tavaf ederse Allah’a şirk koşmuş olur.
Tavaf :
1. Bir şeyin çevresini dolaşma, kutsal bir
yeri ziyaret etme.
2. İslâm dininde hac zamanı Kâbe’nin
çevresini dolanma.
Tazim:Herhangi bir şeyi büyük saymak ve önemsemek.
Vehhabiler bu kavramlar çerçevesinde Kabe’ye yapılan tavafı öne sürerek, Kabe dışında yapılacak tüm ziyaretleri şirk sayarak yasak getirmişlerdir. Kavramları yapıldıkları amaçlar dışına taşımak suretiyle; Kabe tavafıyla özdeşleştirmeleri ve Kabe tavafıyla aynı şeymiş olarak göstermeleri, gerçekleri yansıtmayan bir iddia olduğu gibi, bu gibi iddialarda bulunmakla güya kendilerini özellikli kimseler ve gerçek “Muvahhit”ler olarak gösterme gayretindedirler. İslam dinini bilen ve inanan hiç kimse, bu kavramlar çerçevesinde Kabe dışında yaptığı hiçbir ziyareti Kabe ziyareti manasında almaz. Bir Mümin, Mümin olan babasının mezarını veya vefat etmemişse kendisini ziyaret edip; kendisinden büyük sayıp sevgi ve saygı gösterebilir. Müminler, Peygambere büyük bir sevgi beslerler, onu kendilerinden büyük sayarlar, türbesini ziyaret edip görmek isterler, böyle bir durum kendisine kısmet olan Müminler, Peygamberin türbesi etrafında sevgi ve saygıyla dolanırlar, bu ise kötülenecek bir durum değil övülecek bir durumdur. Bu konuda daha birçok örnek verilebilir. Bu kavramları esas alarak; bu kavramların Kabe dışındaki örneklerine bakacak olursak konuyu net bir şekilde görmek mümkündür. Böylece, Vehhabilerin kavramları haksız yere kullandıkları ve çarpıttıkları hemen görülür;
Bu budur! Her kim de Allah’ın şeâirine (alâmet, nişane) tâzimde bulunursa, bilsin ki bu, kalplerin takvâsındandır. (Hac-32)
Bu ayetle ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’e bakıldığında Allah’ın, Kurbanlıkların ve kurban kesme olayının tâzim edilmesini emrettiğini görmek mümkündür. Bunun yanında, Kabe Arafat, sefa ve Merve gibi kutsal yerlerinde tâzimi olayı vardır. Kurbanlık olayının tazimi İslam’da övülen bir durum olur da, Peygamberi, takvalı Mümin kimseleri ve şehitleri tâzim edip, sevip saymak ve ziyaret etmek mi İslam’a uygun olmamış hatta şirk olmuş olur. Bunu iddia edenler, Kur’an-ı Kerim öğretisinden haberi olmayan ve Kur’an-ı Kerim’e inanmamış olan kimselerdirler. Tavaf olayıyla ilgili olarak da, Kur’an-ı Kerim’den mealen:
Onlara (cennette) canlarının çektiğinden meyve ve et verdik. Orada birbirleri ile kadeh çekişirler. Onda ne bir saçmalama vardır, ne de günaha sokma!.Kendilerine mahsus ve sedefteki inci gibi hizmetçiler, onları tavaf ederler. (Tur;22-23-24)
İslam dinine göre, hizmetçilerin efendilerini
tavaf etmeleri uygun olur da, müminlerin, Peygamberin türbesini veya salih
kimseleri tavaf etmeleri niçin uygun olmasın ki, uygundur ve bundan Allah
rızası amaçlandığından övülecek bir harekettir. Allah, İblise Adem’e secde
etmesini emretti, bu secde olayıyla İblisten istenen Ademe ibadet etmesi
değildi, Adem’i kendisinden büyük sayıp tazim etmesiydi. Bu İblisin nefsine
ağır geldi ve Allah’a isyan etti, Allah da onu lanetledi. Bu secde olayını
birçok kimse, sanki İblisten, Ademe ibadet etmesi istenmiş gibi
algılanmaktadır, İslam dininde Allah’tan başkasına ibadet olmaz, İblisten
istenen sadece Adem’e secde yoluyla tazim
yapmasıydı. İslam dininde Allah’ın üstün kıldığı kimselere tazim, övülen
bir husustur. Şu var ki kimlerin üstün kılındığının, Kur’an-ı Kerim’de
belirtilen kimseler olması gereklidir. Hiç kimse kendi keyfine göre, Allah’ın
üstün olduklarını bildirdiği kimseler dışındakilere, İslam dini adına üstünlük
atfedemez. Aksi takdirde, insanların İslam dinindeki konumları belirsiz bir çok
kimseye İslam dini adına türbe yapıp onlara taptıkları doğrudur. İşte İslam
dinine göre yasak olan bu gibi durumlardır. Görüldüğü gibi Vehhabilerin bu
konuda yapmış oldukları iddialar, birçok yönden Kur’an-ı Kerim’e uymayan
iddialardır.
7- “Falcılara, müneccimlere inanmak şirktir” demeleri:
Bu konuda doğruyu söylemektedirler, İslam dinine göre, Fala; falcılara ve müneccimlere inanmak, böylece gaybı (bilinmeyeni) bilebileceğine inanan, Allah’a şirk koşmuş olur. Kur’an-ı Kerim’den mealen:
De ki: “Göklerde ve yerde Allah’tan başka gaybı kimse bilmez”. Onlar ne zaman dirileceklerini de bilmezler. (Neml-65)
8- Mevlid okunmasına karşı çıkmaları
Bilindiği gibi, Mevlid okunması, Peygamberin doğumuna sevinmek, kutlamak ve övmek için yapılan bir toplu kutlamadır. Peygamberin doğumuna sevinmek, Peygamberi övmek iyi bir şeydir de, Peygamberi övüyoruz diye İslam dininde yeri olmayan bir sürü saçmalık sıralamak, Peygamberi övmek değildir. Bu toplantılarda mevlit diye okudukları sözleri Kur’an-ı Kerim’in önüne geçirmek veya Kur’an-ı Kerim’le aynı şeymiş gibi kabul etmek İslam dini açısından olacak şey değildir. Bizzat şahit olduğum bir olayda, mevlithanlardan biri, “Bu mevlit Kur’an-ı Kerim’dir, Kur’an-ı Kerim’den alınmadır” diye takdim etti. İslam dinine karşı böylesine bir saçmalığı sanırım, Ebu Cahil bile sarf etmemiştir. Peygamberi övmek isteyenler ona salavat getirsinler( salavatın gerçek anlamını ilerleyen bölümlerde ayrıca işleyeceğim), Kur’an-ı Kerim’de belirtilen hususiyetlerini anlatsınlar, doğru olan budur.
9- “Kendisi ile Allah arasına, kendisine tevekkül edeceği, onlara yalvaracağı ve onlardan yardım isteyeceği vasıtalar koyan kimse, küfre girmiştir” demeleri:
İslam dininde dua, doğrudan Allah’a yapılır. Kullar, birbirlerinin iyiliği için Allah’a dua edebilirler, Allah’ım falana rahmet et, ona şifa ver demek, İslam dinine aykırı olan bir dua değildir, Örneğin, cenaze namazı ölü için Allah’a yapılan bir duadır. Fakat duası beklenen şahsı, Allah’la kendisi arasında bir baskı vasıtası görmek, ona yalvarmak, ona adak adamak, İslam dininde kabul edilmeyen ve kişiyi müşrik yapan davranışlardır. Hele, Allah’tan başkasına dua etmek, dua yoluyla ondan yardım beklemek, o kişiyi İlah edinmedir ve dolayısıyla şirktir. Kur’an-ı Kerim’den mealen:
(Yâ Rabbi), Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım isteriz! (Fatiha-5)
10- “Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetinde bulunmayan bir şeyi (bidat) ortaya koyan kimse mel’undur ve ortaya attığı şey de reddedilir” demeleri.
Hiç kimse Allah’ın kitabı olan Kur’an-ı Kerim’e aykırı ve onda temelini bulmayan herhangi bir şeyi İslam dini adına ortaya koyamaz. Öyle bir şeye inanması ve iddia etmesi Kur’an-ı Kerim’i red etmesi; dolayısıyla İslam dışı olması demektir. Sünnet konusuna gelince, Peygamber hiçbir zaman Kur’an-ı Kerim’e aykırı bir dini tebliğ yapmamıştır. Fakat kendileri de bir Sünni ekol olmaları itibariyle, peygambere mal etmek suretiyle yapmış oldukları dini tehditleri bizzat kendileri işlemektedirler.
11- “Nazar değmemesi için nazar boncuğu taşımak, muska takınmak, ağaç, taş ve benzeri şeyleri kutlu saymak, Allah’tan başkası için kurban kesmek, Allah’tan başkası için adak adamak, belânın, hastalığın yok olması için boncuk, ip, hamaylı ve benzeri şeyleri takınmak, yıldız falı ve benzeri şeylere inanmak, salih kişilere saygı gösterip onlardan dua yoluyla yardım dilemek, şirktir” demeleri:
Nazar değmemesi için, nazar boncuğu taşımak taşımak gibi şeylere inanmak, muska takmak suretiyle muskanın kendisini koruyacağına inanmak şirktir. Kurban yalnız Allah için kesileceğinden, Allah’tan başkası için kurban kesmek şirktir. Allah’ın kutsal olduğunu bildirdiği, örneğin: Tuva vadisi ve Kabe gibi şeyler dışında herhangi bir şekilde, ağaç ve benzeri şeyleri kutlu saymak şirktir, zira bir şeyi kutsal yapan Allah’tır, Allah’ın kutsal kılmadığını hiç kimse kutsal sayamaz. Yani kısaca bu konuda iddia ettikleri, fal açmak ve Allah’tan başkasından dua yoluyla bir şey istemek dahil olmak üzere söyledikleri doğrudur.
12- “Beş vakit namazın cemaatle kılınması
farzdır. Namazı terk eden kimse kafirdir ve onlar hakkında dinden çıkmış
(mürtet) hükmü verilir”demeleri.
Beş vakit namaz cemaatle kılınabileceği gibi yalnızda kılınabilir. Kur’an-ı Kerim’den mealen:
Gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde namaz kıl; çünkü iyilikler, kötülükleri uzaklaştırır. Bu, ibret alanlara bir öğüttür. (Hud-114)
Ayet mealinde görüldüğü gibi, namaz kılma emri tekildir, bundan da kişinin tek olarak, farz namazlar dahil olmak üzere namaz kılabileceği anlaşılır. Cemaatle namaz konusunda ise Kur’an-ı Kerim’den mealen:
Namaz kılın, zekâtı verin, rükû edenlerle berâber rükû edin. (Bakara-43)
Böylece, tek veya cemaatle namaz kılmanın mümkün olduğunu görmek mümkündür. Cemaatle namaz kılmak iyidir, fakat farz olması Cuma namazıyla ilgili bir husustur; Cuma namazının cemaatle kılınması farzdır. Diğer namazlar, cemaat imkanına rağmen hem cemaatle, hem de fert olarak yalnız kılınabilirler. Namazın terk edilmesi olayına gelince, namazı terk eden Mümin değildir, zira namazı terk etmek Müminlerin vasıflarından değildir. Bu konuda, Kur’an-ı Kerim’den mealen:
Felâha ulaştı o müminler, Ki onlar, namazlarında saygılıdırlar, (Mü’minun 1-2)
Onlar namazlarını (vakitlerinde kılarak) korurlar. (Mü’minun-9)
Vehhabilerin, diğer Kütüb-i Sitte
bağlılarından farklı inançları, ana hatlarıyla bu şekildedir. Diğer taraftan, Kütüb-i
Sitte’deki bütün, Kur’an-ı Kerim’e aykırı hususları aynen kabul ettiklerinden, Kur’an-ı
Kerim’den çok uzaktırlar.
CENNETLİK MİSİNİZ, CEHENNEMLİK Mİ?
Kur’an-ı Kerim’de
dinimize “İslam” adı verilip, hiziplere ayrılmamız yerilirken; kendimize
Hanefi, Maliki gibi isimler vermeyi; bu mezheplerin ayrı helal, haram ve
farzlarını kabullenmeyi ve herbiri birbirinden farklı uygulamalara sahip olan
apayrı mezheplerin herbirinin de İslam’a tam olarak uygun olduğunu, kendi
aralarındaki çelişkilerine ve Kur’an-ı Kerim’e aykırılıklarına rağmen, hepsinin
de doğru olduğunu nasıl kabul edebiliriz?
Örneğin Hanefi
mezhebinde namaz kılmayan kişi dövülür; Hanbeli, Şafi ve Maliki mezheplerinde
ise öldürülür.
Mezhepler açısından bu duruma bakarsak; Hanbeli, Şafi ve Maliki olanların
Hanefi’ye göre en büyük günah olan adam öldürme fiilini işleyip günaha
girdiklerini, Hanefi olanların ise sırf dövdükleri ve öldürmedikleri için diğer
mezheplere göre Allah’ın bir hükmünü inkar edip uygulamayarak zalim olduklarını
söylememiz gerekmez miydi?
Oysa ayrılıkta
hayır gören zihniyete göre Allah, ahirette Müslümanlar’ı mezheplerine göre
ayıracak, Hanefi ise “Sen Hanefiydin dövdün doğru yaptın”, Şafi ise “Sen
Şafiydin öldürmeliydin, öldürüp doğru yaptın” diyecektir! Namaz kılmayanı
eğer Hanefi biri öldürürse katil olup cehennemlik bir fiil yapacaktır, oysa
namaz kılmayanı öldüren Şafi, Allah’ın hükmünü yerine getirdiği için cennetlik
bir fiil yapmış olacaktır! Yani aynı fiili yapan iki kişiden biri cehennemlik,
diğeri ise Allah’ın emrini yerine getiren kişi olacaktır.
Bu mezhepçi yaklaşımları doğru kabul
edenlerin sayısı ne olursa olsun, gerçekte haklı olmaları mümkün müdür?
Ne yazık ki günümüzde
bu mezheplere uyan geniş kitlelere bu soruyu sormak zorundayım. Aklı kullanmak
yerine taklitçiliği esas alan, “Kur’an-ı Kerim’i insanların hepsi anlayamaz,
seçkin bazı insanlar bunları anlayıp, insanlara aktarmıştır” diyenlerin,
insanları getirdiği nokta budur.
Allah, dinini, yalnız bu mezhep imamlarının
anlayacağı şekilde mi indirdi ki insanların sadece hak olduğu söylenen bu mezheplere
uymaları bir zorunluluk oluyor? Allah dinini ancak bu insanlar anlasın diye
indirdiyse, Kur’an-ı Kerim’de niye birçok defa “Ey insanlar” diye insanlara
doğrudan hitap ediliyor da “Ey Şafi, ey Hanbeli, ey imam, siz bunları
anlayın, benim dediklerimi anlamayan diğerlerine de siz anlatın” denmiyor?
Yukarıdaki örneği
ele alırsak, Kur’an-ı Kerim’in “dinde zorlama olmadığı” nı söyleyen
ayetlerine ve namaz kılmayanlara Kur’an-ı Kerim’de dünyevi hiçbir ceza
öngörülmemesine rağmen; namaz kılmayanın öldürüleceğini söyleyen üç
mezhep ile dövüleceğini söyleyen bir mezhebin dördünün birden, büyük hatalar
içinde olduklarını ve bu mezheplerin dinimizi temsil edemeyeceklerini
söylememiz gerekirken, nasıl dördünün birden doğru ve hak olduğu iddia
edilmektedir?
Peki, bu
mezheplerin dördü birden, dördü de böylesine farklıyken nasıl her biri “gerçek
İslam” olabilirler? Bazıları, “Mezheplerdeki farklılıklar ufak tefektir,
biri namazda elini bağlar, biri salar. Şehirlerde olana Hanefi, köylü olana
Şafi uygundur. Dolayısıyla tüm bu ihtilaflar rahmettir...” gibi izahlarla
farkları ufak tefek göstererek, mezhepleri sorgulanamaz kılmayı istemekte,
halkın taklitçiliği kabul etmesi için uğraşmaktadırlar. Oysa mezhebin birinin
öldürülmesini emrettiğini diğer biri sadece dövüyor, bir mezhebe göre helal
diğerine göre haram oluyor, birinin farz bildiğini diğeri farz kabul etmiyor. Yani
mezhepler helalleri ve haramları ayrı yapılara dönüşmüş vaziyetteler.
Mezhep imamı dilediği hadisi seçerek, nasih mensuh ile oynayarak, hadisleri
kendince yorumlayarak; Kur’an-ı Kerim’in da uydurmalarla dolu hadislerin de
üstüne çıkmaktadır. Din, mezhep imamının bakışına göre şekillenmiş,
oluşturulmuş oluyor. Ayrılığın iyilik ve rahmet olduğu Kur’an-ı Kerim’e aykırı
bir mantıktır ve uydurma bir hadisten gelmektedir. Oysa Kur’an-ı Kerim’de şu
şekilde buyurulmaktadır:
Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra
çekişmeye girip fırkalar (mezhepler) halinde parçalananlar gibi olmayın. (Ali İmran 105)
AYRILIĞIN GETİRDİĞİ FELAKET
Ayrılıkta rahmet
arayanlar, uydurma hadisler yerine anlamak kastıyla Kur’an-ı Kerim’i okurlarsa,
fırkalara ayrılmanın, mezhepler kurup helali, haramı, farzı birbirinden farklı
yapılar oluşturmanın felaket olduğunu görürler.
Ayrılığı teşvik
eden diğer bir uydurma hadis “İçtihad eden yanılırsa bir sevap, isabet
ederse iki sevap alır” şeklindedir. Bu hadisle, kişilerin kendi görüşünü “içtihad”
adı altında dine sokması kolaylaştırılmış ve hata yapanın sevap alacağı
şeklindeki rahatlatmayla, adeta “Dinde hata olur, içtihatta yanlış yapanın
az da olsa, yine de sevabı olur” denilmiştir. Bu hadise dayanan mezhep
imamları, olaylardan çıkarttıkları sonuçları ve kendi görüşlerini “rey”,
“kıyas”, “içtihad” ve “fetva” gibi isimlerle dinin bir
parçası haline getirmişlerdir.
Peygamber’in olduğu
iddia edilen davranış ve sözler gibi, sahabelerin de davranış ve sözlerinin,
aynı Kur’an-ı Kerim gibi dinin kaynağı kabul edilmesine, bunun üstüne binlerce
uydurmanın sürekli olarak eklenmesi, ardından mezhep imamlarının şahsi görüşlerinin
ve evvelden saydığım tüm kaynaklardaki çelişkiler ile farklılıklar arasından
kendi tercihlerini seçmeleri ve sonuçta yapılan bu son seçimlerin neticesinde
oluşan yapının “din” ilan edilmesi bugünkü mezheplerin İslam’ının
hikayesidir. Yani “mezheplerin İslamı”na göre “din” şunlardan oluşur:
Kur’an-ı Kerim + hadis imamının seçtiği hadisler +
mezhep imamının nasih-mensuhla yaptığı yorumlarla Kur’an-ı Kerim ve hadisler
hakkındaki değerlendirmeleri + mezhep imamının kıyas ve içtihad ederek
olaylardan çıkardığı sonuçlar + mezhep imamının sahabeyi değerlendirmesi
neticesindeki çıkarımları + yeni oluşan olaylara göre sonradan yeni mezhep
imamlarının verdiği fetvalar + vs. Mezhep imamlarının tüm değerlendirmelere son
noktayı koymaları, son makası vurmaları ve son eklemeyi yapmaları sonucu; bizim
“geleneklerin dini”, “mezheplerin dini”, “hadislerin dini”
dediğimiz yapı ortaya çıkmıştır.
Yeni gelişen
olaylarda ise bu mezheplerin bağlıları olan sonraki devir imamlarının verdiği
fetvalar, yaptıkları içtihadlar da sonradan dine eklenmiştir. Örneğin
kolonya çıkınca, “necis” (pis) olup kullanılamayacağı, üstümüze
dökülürse namaz kılınamayacağı; televizyonun seyredilmesi ile ilgili farklı
fetvalar; sigaraya hem helal, hem haram, hem mekruh diyen ayrı içtihadlar;
sonradan ortaya çıkan durumlara karşı ileriki dönem mezhep imamlarınca yapılan
yorumların, nasıl dine ilave edildiklerinin örneklerindendir.
Tüm bu hazin manzarayı daha da hazinleştiren
uydurmalardan biri ise ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını ve bu fırkalardan
ancak birinin cennetlik, diğerlerinin cehennemlik olacağını söyleyen hadistir. Bu hadisi
nakleden de tüm bu olumsuz manzaranın baş aktörlerinden -yaptıklarına daha
evvel de değindiğim- Muaviye’dir (Darimi,
Siyer). Bu hadise dayanıp, her mezhep kendini cennetlik diğerlerini ise
cehennemlik ilan etmiştir.
Sunnilerin Şiileri
sapık, Şiilerin de Sunnileri sapık ve cehennemlik yetmiş iki mezhepten biri
ilan etmelerinde, her iki tarafın da delil gösterdiği hadislerden biri bu
hadis olmuştur. Ehli Sünnet veya Sunnilik diye anılan dört mezhebin
taklitçileri ise başta birbirlerine karşı hadis uydurmalarına, birbirlerini
sapık ilan etmelerine, helalleri ve haramları ayrı yapılara dönüşmüş olmalarına
rağmen, sonradan “Ehli Sünnet”, “Sunilik” gibi ortak adlarla, bu
mezheplerin dördünün birden doğru olduğunu, böylece ancak bu dört mezhebin
cennetlik olabileceklerini söylemek gibi bir tevile (yoruma) sapmışlardır.
Ehli Sünnet olanlar
bir mezhep imamına uyar ve adeta Kur’an-ı Kerim’deki bir hüküm gibi onun
koyduğu helali ve haramı uygular. Aynı şekilde bir Şii kendi imamına uyar
ve adeta Kur’an-ı Kerim’in koyduğu hükümmüş gibi onun koyduğu farzı ve haramı
kabul eder. İki taraf ise birbirini sapık ve cehennemlik ilan eder.
Peki nedir sizin farkınız? İki taraf da Kur’an-ı
Kerim’i yetersiz bulup, imamlarına, yani bir insana uyuyor ve onun izahını
Allah’ın vahyiymiş gibi kabul ediyor. İki tarafın temel zihniyeti aynı
taklitçilik, ama biri % 100 doğru, öbürü sapık oluyor… Sonuçta temeldeki taklit
mantığında bir fark yoktur.
DİNİ HZ PEYGAMBERDEN
ÇOK DÜŞÜNMEK
Kur’an-ı Kerim’le mezheplerin dininin orta yolunu bulma çabasında; “Hiç olmazsa
şu hadisleri alalım” şeklinde, illaki Kur’an-ı Kerim’in yanına bir dini kaynak koymaya kalkan
ortayolcular kimseyi aldatmasın.
Surda bir gedik açılırsa,
tüm hadislere de kapı açılabilir. Kimse kraldan çok kralcı olduğunu
iddia edip, Peygamber’in yapmadığını
yapıp, dini Peygamber’den bile daha
çok düşünüyormuş havasına girmesin.
Üstelik
bunun, Peygamber adına yapıldığı iddiası aldatıcıdır.
Bu popülist orta yolcu sınıftan daha değişik bir orta yolcu sınıfa da dikkat çekmek istiyorum. Bu kişiler çok yaygın bir kitledir.
Bunlar, “Ben Sunni Hanefi mezhebindenim” derler. Üstelik
bunlar belli tarikatlara, gruplara mensup olduklarını söylerler. Fakat bu kişilerin
mezhebine göre erkeklerin illa ki sakal bırakması lazımken, bunlar sakalsızdır. Yine bu kişilerin mezhebinde tüm telli sazlar haramken bunlar müzik dinler, üstelik kimileri radyo, televizyon kurup, müzik yayını bile yaparlar. Bunların mezheplerinde haremlik
selamlık farzken, kadın sesi duyulmamalı
iken, radyo ve televizyonlarında başı açık kadın spikerler kullanır, meclise erkeklerle karışık oturacak kadın milletvekilleri sokmaya kalkarlar. Üstelik ısrarla mezhepçi görüşü savunur, Kur’an-ı
Kerim’in anlattığı İslam ile mücadele
bile ederler. Bunların savunduğu
başka, yaşadığı başkadır. Bu yaptıklarını “tebliğ taktiği” gibi kılıflarla açık lamaya çalışırlar.
“Ortam müsait olursa, olsaydı”
başlığı ile başlayan konuşmalarında; mezhebin sakal bırakma, müzik yasağı, haremlik-selamlık gibi izahlarını temize çıkarmaya gayret ederler.
Halkın birçoğu ise mezheplerin izahlarını, uydurma hadislerden çıkan sonuçları
bilmediği
için; bu koyu
mezhepçi görünümlü kişilerin hareketlerine bakarak mezheplerin İslam’ını anlamaya çalışmaları sonucunda yanlış kanaatlere varırlar. Bu kimseler, sakalın o kadar önemli olmadığını, haremlik selamlık olmadan
da olabileceğini, müzik dinlenebileceğini, mezheplerin İslam’ının bunlara karşı o kadar katı olmadığını zannedebilir.
MEZHEPLERDEN KURTULMALIYIZ
Mezhep
taklitçiliğinin dine verdiği zararları Yaşar Nuri Öztürk “Kur’an-ı Kerim’deki
İslam” kitabında şu şekilde açıklamaktadır:
“Allah adına yalan uydurmanın bir yolu da
mezhepleri din haline getirmek olmuştur. Mezhepler birer din, mezhep imamları
tenkit üstü birer Peygamber haline getirilince,İslam adıyla ortaya konan
karışımın kaçta kaçının Allah’a, kaçta kaçının şuna buna ait olduğunu
belirlemek, halk kitleleri için imkan dışına çıkar ve bu durum din adı altında
bir kaosu insanlığın başına musallat eder. Aradan yüzlerce yıl geçmesine, insanlık
boyut değiştirmiş olmasına rağmen hiç kimse bu eskimiş ve bir kısmı komedi
haline gelmiş yorumlara dokunamaz. İşte zulüm ve Allah’a iftira budur. Bu zulüm
yüzündendir ki gerçek İslam bilginleri, samimi din görevlileri Allah’ın saf ve
berrak Kur’an-ı Kerim dinini yüzyılımızın insanına olduğu gibi anlatmaya
kalktıklarında sadece zorluklarla değil engeller, iftiralar ve suçlamalarla
karşılaşabilmektedirler. Çare, Kur’an-ı Kerim’e gidişimizi engelleyen bütün
putları, patentlerine bakmadan devirmek ve hükmü yalnız ve yalnız Allah’a
bırakmaktır. Buna karşı çıkanlar, görünüşte dini kabul ettiklerini söyleseler
de inkarcıdırlar. Çünkü ak ve berrak din yalnız Allah’ın tekelindedir
(39-Zümer Suresi 3). Ve bu tekelden rahatsız olup Allah’ın hüküm yetkisine
şu veya bu şekilde karışanlar, Allah’a karşı gelmiş olurlar.”
Kitaplarında
mezheplerin oluşturduğu İslam’ın, Kur’an-ı Kerim’in dininin önünde oluşturduğu
engeli gösteren Öztürk, “Çıplak Uyarı” kitabında ise “devşirme dinin
kaosu” başlığıyla, somut örnekler vererek mezheplerin oluşturduğu felaketi
şöyle anlatır:
“Sıkıntı, Allah’ın dini ile Allah’a fatura
edilen devşirme dinin karıştırılmasından kaynaklanıyor. Allah’ın dini bizzat
Allah tarafından İslam diye adlandırılan ve apaçık, kuşkusuz, detaylı bir
kitapla insanlığa öğretilen dindir. Kaynağı Kur’an-ı Kerim, tebliğcisi Hz.
Muhammed’dir bu dinin. Kur’an-ı Kerim’deki İslam’dır bu. Devşirme dine gelince,
onun kaynağı tek olmadığı gibi kitabı ve tebliğcisi de tek değildir. O, Kur’an-ı
Kerim’deki İslam’ın tevhidine karşı bir şirket dinidir. Kitabı birkaç tane,
önderi birkaç tane, hatta ümmeti birkaç tanedir. Bir tür anonim şirket gibidir.
Bunun içindir ki devşirme dinde birlik ve ahenk yerine tefrika ve kaos vardır.
Devşirme dinin tüm rahatsızlığı, ondaki hüküm kaynağının tek olmayışıdır.
Devşirme dinde tam bir otorite boşluğu vardır. Ona göre, buna göre, falancanın
kavlince, filancanın rivayeti mucibince, üstadın beyanına göre, hazretimizin
fermanı gereğince vs. devşirme dini bir yamalı bohça haline getirmiştir. “
Allah’ın
dinindeki: Hüküm Allah’ındır. Allah’ın
indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir. (Maide Suresi 44, 45, 47, 50) ilkesi, saf
dışı edildiği için bu şirket dinin ortaya koyduğu tabloda hakim özellik didişme
ve bozgundur. Bu bozgunda hüküm yetkisinin mezhepler, hizipler, gruplar,
partiler, tarikatlar ve daha bilmem neler tufanında kime veya kimlere ciro
edildiği belli değildir. Bunun içindir ki bu tufanda, aynı din kimliğini
taşıyanların aynı niyetle icra ettikleri aynı fiil, şirketin bir elemanına göre
sevap olurken, bir başka elemanına göre büyük günah olabilmektedir.Allah’ın
dinini tenzih ederek dikkatlerinize sunmak istiyorum:
Namazda Ettehiyyat
okunurken Şafiler’in şehadet parmağını kaldırması sünnet, Hanefilerin
kaldırması ise bazılarına göre mekruh, bazılarına göre haram. Bu bakımdan,
Hanefiler’in Ettehiyyat okunurken parmak kaldırmamaları gerekir. İfadeye
konuluşu bile bir kaos sergileyen bu fetvanın vermek istediği acayiplik
şudur: Aynı dinin iki mensubu, aynı kitabın buyruğu olan bir ibadeti icra
ederken aynı duayı okuyorlar ve o duanın aynı yerinde şehadet parmaklarını
kaldırıyorlar. Gel gör ki, bunu yapmakla biri sevap kazanıyor, biri haram
işliyor, yani büyük günaha giriyor. Ve bunun adı İslamiyet oluyor, öyle mi?
Dişlerinde dolgu
veya kaplama olan kişiler eğer Hanefi mezhebinde iseler onların gusül (boy)
abdestleri geçersizdir. Başka mezhepten iseler problem yok. Bu fetvanın
önümüze koyduğu gerçek şu: Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim’e bağlı olduğunu
istediği kadar söylese de, eğer bir insan yakasını Hanefi keyfine kaptırmışsa,
dişlerini doldurtamaz, kaplatamaz. Aksi halde ömür boyu cenabet gezmiş olur. (Kıldığı namazlar da geçersiz olur) Yok
eğer her nasılsa Şafii kampına kapılanmışsa sorun yok dişlerini doldurtabilir,
kaplatabilir.
Şimdi sormak lazım: Dinin temel
amacından biri nefsi yani insanın varlığını, sağlığını korumaktır. İnsanın
kendisini tehlikeye atmaması ise Kur’an-ı Kerim’in emirlerinden biridir. Şimdi
Müslüman, bu temel emirlere uyarak sağlığını korumak için dişlerini doldurtma,
kaplatma yoluna mı gitsin, yoksa mezhep hatırı için Kur’an-ı Kerim’e ters
düşmek veya ömür boyu cenabet gezmek şıklarından birini mi seçsin? Hayır efendim,
Şafi olup kurtulsun diyorsanız, o zaman Hanefilik sıkıntısıyla cebelleşmek
niye? Peki, bütün bu hengameye dalmak yerine tek ve dosdoğru yolu çizen Kur’an-ı
Kerim’e bağlı kalsak ne kaybederiz?
Bizzat Kur’an-ı
Kerim’in sorduğu gibi: Allah, kuluna kafi gelmiyor mu? Diyeceksiniz ki Kur’an-ı
Kerim’de diş doldurtmakla ilgili hiçbir bahis yoktur. Peki, öyle ise, size ne
oluyor da Allah’ın dinin kaynağı yaptığı kitaba koymadığı bir şeyi din bünyesi
içine çekip, insanın karşısına buyruklar, tartışmalar çıkarıyorsunuz?Allah
bazı şeyleri eksik mi bıraktı da siz düzeltiyorsunuz?
KUR’AN-I KERİM VE MEZHEPLER YAN YANA
OLAMAZ
Dinin tek sahibi Allah’tır. Allah’tan bize gelen,
Allah’ın vahyi olan, dinimizin tek kaynağı ise Kur’an-ı Kerim’dir. Mezheplerin savunduğu dini yapıda ise; Allah ve
Peygamber ve Peygamber’i
görenler (sahabeler) ve mezhep imamlarının kararları ve sonraki
mezhep imamlarının fetvaları
ve görüşleri, hep beraber
dini oluştururlar. (Önceden vurguladığım gibi Peygamber’den kasıt, Peygamber adına uydurulmuş hadislerdir. Yoksa Peygamber
kendisi haşa dine
ilave hüküm getirmez, uydurulmuş hadislerin
sahibi de olamaz).
Bu tabloyu bilen ve
Kur’an-ı Kerim’i dinin tek kaynağı
kabul eden Müslüman için Kur’an-ı Kerim’in anlattığı din ile mezheplerin dini arasında orta yol bulma şeklinde bir yöntem düşünülemez.
Çünkü böyle orta bir yol bulma çabası,
Allah yanında diğer
hüküm koyuculara az da olsa kapı açmak olur.
Kur’an-ı
Kerim tek başına dini oluşturmuyorsa, eğer Kur’an-ı Kerim’den anlaşılamayan bir tane bile hüküm yine de dinin bir
parçası ve evrensel bir hükmü olabiliyorsa, o zaman aynı
mantıkla binlerce hüküm
Kur’an-ı Kerim’in üstüne
ilave edilebilir. Çünkü bir tane bile Kur’an-ı Kerim’den olmayan hükmün;
ister en mütevatir hadis, ister en köklü gelenek, ister en meşhur uygulama olsun dine ilave olunabileceği düşünülüyorsa, Kur’an-ı Kerim’in dinin tek kaynağı olması prensibi
bozulur. Bu prensip
bozulursa, sonuçta
Afganistan, İran tipi yönetimlerde, binlerce hadis kitabı da kendilerince
geçerlilik kazanmış olurlar.
Mezhepler, Kur’an-ı Kerim dışı ilaveler yapıp dini kendilerince yapılandırma (bu aslında o dönemdeki
bir reformdu) gayretlerini, Emevi ve Abbasi dönemlerinde
(Peygamberimiz’in vefatından birkaç yüz yıl sonra) gerçekleştir mişlerdir.
Bugün birisinin kalkıp yeni bir
mezhep oluşturması veya Sunni, Şii mezheplerin yeni bir mezhebin çatısı altında buluşmasına gayret etmesi hem gereksiz,
hem de hatalı bir çabadır. Peygamber’e daha yakın dönemlerdeki mezhep
girişimleri ortadadır. Üstelik uydurulan
hadisler de hep o dönemin
hayata bakışını, Arap mantalitesini, örfünü taşımaktadır.
Yeni mezhep oluşturunca
bu hadisleri ne yapacaksınız?
Onları çöpe mi atacaksınız?
Yeni hadisler uydurup, eskileri bu
yeni uydurduklarınıza feda mı
edeceksiniz? Yeni mezhep
oluşturmak ve eski
hadislerden yeni hadis
kitapları çıkartmak,
eski hataların tekrarıdır.
Yöntem yalnızca Kur’an-ı
Kerim’in din olduğunu anlayıp, dini yalnız ve
yalnız Kur’an-ı Kerim ekseninde anlamak
olmalıdır. Yani ihtiyaç
yeni mezhep değil, Kur’an-ı Kerim’in tek
kaynak olarak ele
alınıp, bu yöntem
çerçevesinde dinin anlaşılmasıdır. Kur’an-ı Kerim’in bir hükmünün
nasıl anlaşılacağıyla ilgili
bir anlaşmazlık olursa, çözüm; farklı kişilerin görüşlerinin ortaya
konması,
halkın mantıklı bulduğunu seçmesidir,
yoksa halkın, her konuda, tek
bir kişinin veye ekolün tüm izahlarını benimsemesi gibi bir taklitçilik (mukallitlik) hiçbir zaman
sağlıklı çözüm olamaz.
Bir kişi bir konuda haklıyken, diğeri başka bir konuda haklı olabilir;
ayrıca önceden bir yorumu
benimseyen kişi sonra fikrini değiştirebilir. İslam’ın, mezheplerin olmadığı ilk dönemlerinde de durum buna daha yakındı,
farklı görüşler olsa da, mezhep mukallitliği yaygınlaşmamıştı.Her dönemde
ortaya çıkan fikri tartışmalarda, herkes fikrini ortaya koyarken,
fikirlerin ortasını bulduğunu, böylelikle en akıllı olduklarını iddia
eden şahıslar türerler. Günümüzde popülist
kaygılarla böyle tiplerin
türediğini görüyoruz.
Mezhepçi İslam uzun yıllar bu topraklarda yaşamış, kendi gelenek ve göreneklerini, halk arasına adet ve din
olarak yerleştirmiştir. Dilimizde
de bunun örneklerini görmekteyiz. “Hizipçi, fırkacı” manasına gelen Kur’an-ı Kerim’in kınadığı bir zihniyetin ifadesi olan “mezhepçi”
kelimesi hakaret olarak algılanacağına, “mezhepsiz” kelimesi hakaret olarak
algılanmaktadır.
Orucu bozanın iki ay oruç tutmak zorunda
olması, başörtüsü, hacda şeytan taşlama
gibi birçok uygulama; dinin gerçek hükümlerinden bile daha çok dinin kendisi
zannedilebilmektedir. Popülist
kaygılarla ortaya çıkan
ortayolcular şöyle diyebilirler: “Tamam kadının elini
sıkmamak saçma ama başörtüsüz
kadın olur mu? Zina
edeni taşlayarak öldürmekten vazgeçelim ama hacda şeytana
iki taş atılsa ne olur?...” Bu
ve
benzeri izahlarla, Kur’an-ı Kerim’in anlattığı din ile mezheplerin dini arasında
ortayol bulmaya kalkışabilirler.
İçinde bulunduğumuz yüzyılda, mezheplerin savunduğu dinin anlatımları;
iletişim araçlarının globalleştirdiği dünya, bilimsel ilerleme, sanayi ve
bilgi toplumları ile tamamen zıt
bir duruma gelmiştir. Bu uyuşmazlıktaki uçurumun büyüklüğü, birçok mezhep savunucusunun inandığının ve yaşadığının farklı olmasına sebep olmuştur.
Eğer mezhepler, savunulduğu gibi, Allah’ın dinine eşit olsaydı; hiçbir şart ve durumda
mezheplerin uygulamalarından taviz vermemek gerekirdi. Yapılması
gereken, mezhepler ile
Kur’an-ı Kerim’in orta yolunu bulmak değildir. Çünkü Allah’tan
olanla, insanların kendi arzularının orta yolunu bulmaya çalışmaları,
Allah’ın dinine gerekli
değerin verilmemesi demektir. Yapılması gereken, mezheplerin dinde bir sapma olduğunun,
bu mezheplerin dine eşitlenemeyeceğinin
tespit edilmesi ve mezheplerin yok sayılarak bir kenara atılmasıdır. Kur’an-ı Kerim’in dinin tek kaynağı olduğu anlaşıldıktan sonra yapılması gereken, Kur’an-ı Kerim’in açılıp dinin yeni baştan
öğrenilmesidir.
Daha evvel de arz
ettiğim gibi
mezhepçi-gelenekçi İs lamcılar, bu topraklarda uzun yıllar iktidar
oldular ve onların
izahlarının çoğu
da araştırmasız bir şekilde mutlak gerçekmiş gibi algılanmaya başlandı. Gelenekçi-mezhepçi İslamcıların dinselleştirdiği geleneklerin birçoğu; halkımızın
da geleneği haline dönüştü.
Bu yüzden
ısrarla vurguladığım; Kur’an-ı Kerim’i açıp dinin ne olduğunu öğrenmemiz,
haramları, helalleri, namazı,
orucu, kadının konumunu, sanatın değerlendirmesini, Kur’an-ı
Kerim’in anlattıklarına göre anlamamız
ve dinin yalnız ve
yalnız Kur’an-ı Kerim’den anlaşılan kısım olduğunu
algılamamız çok önemlidir Bu anlaşıldıktan sonra dileyen Kur’an-ı
Kerim’le çelişmeyen geleneklerini elbette devam ettirebilir,
fakat bu gelenekleri dinden ayrıştıran
bir zihne kavuşmak
önemlidir.
Bu yöntem, Kur’an-ı Kerim’i dinin tek kaynağı kabul etmenin doğal sonucudur. Eğer Kur’an-ı
Kerim’in tek kaynak olduğu kabul ediliyorsa,
o zaman her şey tabi ki bu kabule göre şekillenecektir. Böylelikle dini anlamanın yöntemi de belirlenmiş
olacaktır. Bu yöntem ise Kur’an-ı
Kerim’in, yalnız Kur’an-ı
Kerim’in temellerinde dini anlamaktır.
Dini anlamak da bir yöntem
işidir, her bilim dalı da yöntem
gerektirir.
Bu kitapla yapmaya
çalıştığım da bu yöntemi ortaya koymak, sonra bu yönteme
göre sonuca gitmektir. Mezhepçi
İslam’ın birçok uydurmasının halk arasında geleneğe
dönüşmesi ve sadece Kur’an-ı
Kerim’e gidince ortaya çıkacak
radikal değişiklik kimseyi korkutmamalıdır. Çünkü unutulmamalıdır ki Allah’ın dinden muradı budur. Gerekli her şey Allah’ın kitabında vardır. Kur’an-ı
Kerim’de yer almayan detaylar,
Allah’ın bizi serbest bıraktığı
konulardır. Bu yüzden Allah
adına din kurmaya çalışanlar, Kur’an-ı Kerim’in önüne geçip mezhep
başlığı ile dini bozanlar, sadece Allah’ın kitabına uyup uyduruk mezhepçi
dini ellerinin tersi ile itenleri mezhepsiz diye karalayanlar, elbette ki kendi
mezheplerinin din anlayışı
ortadan kalkarken
güneş doğarken bağıra çağıra kaçışan
yarasalar gibi yaygara yapacak ve düşmanlıklarını sergileyeceklerdir.
Tüm sorunların çözümünde
yöntemin önemi ısrarla ve ısrarla vurgulanmalıdır. Bunun
aksi; kişilerin Allah’ın
dinini değil, heva ve heveslerini, geleneklerini, popülist eğilimlerini, şahsi görüşlerini din yapmalarıdır. Kur’an-ı Kerim’e artı
izah yapılması kadar, Kur’an-ı Kerim’den eksilterek izahlar yapılması da felakettir.
Kur’an-ı Kerim’i yaşadığımız çağa uydurmaya kalkmak
da önemli sorunlardan birisidir. İnsanların aklını yaratan
Allah’ın, kendilerinden daha
akıllı olduğunu anlamayan bazıları, Allah’ın dinini kendi
akıllarına (özellikle kendi
çağlarındaki görüşlere) uydurmaya çalışmaktadırlar. Örneğin Kur’an-ı
Kerim % 95 oranında çağımızla
uyum sağlıyorsa ve çağımızdaki genel görüşle Kur’an-ı
Kerim arasında % 5’lik bir fark varsa; Kur’an-ı
Kerim’in % 5’ini çekiştirip çağımıza uydurmaya çalışmamalıyız. Her şeyi yaratan Allah’ın, bizden daha iyi düşündüğünü
bilip % 5’lik zihniyetimizi
Kur’an-ı Kerim’e göre düzeltmeli, dinin tek kaynağı olan Kur’an-ı
Kerim’e eksiksiz
uyma yönteminden taviz vermemeliyiz.
Bugünkü mezhepçi dinin hatalarının kökündeki en önemli sebeplerden biri; Emevi ve
Abbasi döneminde kişilerin, kendi çağlarının
görüş, gelenek ve kabullerini dinselleştirip, kendi devirlerine göre popülist bir yaklaşım sergilemiş olmalarıdır.
Din
Allah’ın tekelindedir ve Kur’an-ı Kerim Allah’ın sözü olduğu için
tek hakemlik yetkisine sahiptir. Kur’an-ı Kerim’i tek hakem, tek kaynak ilan etmek, dini tek başına gerçek sahibi olan Allah’a teslim etmektir;
her şeyin yaratıcısı olan Allah’a. Bunun aksi tavırlar, yaratılmış olan insanlara da evrensel dini hükümler koyma yetkisi vermek demektir. Dini konulara
yöntemli bir şekilde yaklaşmalıyız. Bilimin yuvası olan üniversitelerdeki
öğretim görevlilerimiz de bu konuda titiz olmalıdırlar. Çünkü bilimsel yaklaşımın
ve keyfilik yerine yöntemselliğin öneminin en iyi, üniversitelerde anlaşılması beklenmektedir. Fakat üniversitedeki bazı profesörler,
önce Hanefi mezhebinden olduklarını söyleyip,
daha sonra Hanefi mez hebine tamamen
zıt fikirler ortaya koyabilmektedirler. Veya Kur’an-ı
Kerim’e dayalı
İslam’ı savunduğunu söyleyen
bazı öğretim üyeleri, kafalarına esince, hadis ve mezheplerden sonuca giderek kendi savundukları yöntem ile çelişmektedirler.
Başta bilim adamlarımız geleneklerin zihinlerine vurduğu prangalardan
kurtulacaklar ve popülizmi bir kenara bırakacaklardır ki yöntemsel
olarak konuya yaklaşsınlar.
Çünkü yöntemsellik; objektiflik, keyfiliğe yer olmaması,
popülizm adına hareket edilmemesi
demektir. Yöntem,
dindeki otoriteyi bir tek Allah’ın kitabına vermek olursa, hiçbir insanın keyfi yaklaşımlarına,
insanlar hoşlansın veya sırf
gelenekler devam etsin
diye populist
veya gelenekçi oluşumlara fırsat tanınmaz. Yani Allah’ın
detaylı bir şekilde indirdiği din böylece bir tek Allah’ın tekelinde kalır. Kısacası, arzuladığım(ız) bu sonucun en büyük dostları, objektiflik ve yöntemsellik; en büyük düşmanları
ise gelenekçilik, keyfilik, menfaatperestlik ve popülizmdir.
Allah size kitabı detaylandınlmış bir halde indirmişken ondan başka hakem mi isteyeyim?
(Enam Suresi 114)
HADİSLERİN MEVCUT
DURUMUNA UYMAK DİNE YAPILAN EKLEMELER DEMEKTİR
Bu kitapta hadislerin Kur’an-ı Kerim’le, birbirleriyle, mantıkla,
insafla çelişmesini
örnekleri ile uzun uzun anlatmaya çalışmam; Kur’an-ı Kerim’in dini kaynak olarak yeterliliğinin
ve aksi
görüşlerin içine düştükleri çelişkiler ile mantıksızlıkların açığa çıkması içindir.Kur’an-ı
Kerim’in yanına kaynak olarak ilk konulmaya çalışılan hadis olmuştur. Hadisin bile Kur’an-ı
Kerim’in yanında kaynak olamayacağının anlaşılması, mezhep imamlarının,
birçoğu hadislere dayandırılmış, önemli
bir kısmı ise hadisten de bağımsız kendi
çıkarımlarına dayanan hükümlerinin
dinin kaynağı olamayacağını daha baştan gösterecektir.
Bu ise bizi, kitabın başından beri belirttiğim; dinin kaynağının sadece ve sadece Kur’an-ı
Kerim olduğu sonucuna, bu yöntemin doğruluğuna bir kez daha
götürecektir. Falanca hadis mütevatirdir,
yani birçok kaynaktan gelmiştir izahı da kimseyi aldatmasın. Kur’an-ı Kerim’de bir husus eksik değildir ki
mütevatir hadise de ihtiyaç olsun. Üstelik hangi hadislerin mütevatir olduğu konusunu da hadisçiler
tartışmışlardır; hadisçilerin ortak mütevatir hadisler listesi yoktur. Yani hangi hadisin mütevatir olduğu mütevatir değildir.
Unutulmasın ki ne Peygamber, ne de dört halife tek bir hadis kitabı, tek bir hadis sayfası bile
oluşturmadıkları gibi, hadis yazımını
ve naklini yasakladılar. Üstelik bu şahıslar isteseler, doğru hadisleri toparlayabilirlerdi. Çünkü
Peygamber’in ken disinin
veya çok yakınlarının, Peygamber yaşarken veya
vefatından hemen
sonra doğruluk oranı yüksek hadis kitapları
oluşturmaları mümkündü. Fakat onlar,
en mütevatir denilen
hadisleri bile Kur’an-ı
Kerim yeterlidir ve insanlar
Kur’an-ı Kerim’den başka sözlerle ilgilenmesinler diye yazdırmadılar
ve toplamadılar.
Oysa bugün, sorun sırf Kur’an-ı
Kerim’den başka kaynaklarla ilgilenilmesi değildir. Bugünkü
dert, doğru ile yalanın ayırt edilemeyecek şekilde karışmış olmasıdır. Hadislerin Kur’an-ı Kerim’e uygunluğuna ve mantıksallığına bakarak birçok yalan hadisi anlayabiliriz, fakat doğru hadisi hiçbir şekilde
anlayamayız. Kur’an-ı Kerim’le, birbirleriyle ve mantıkla çelişen hadisleri Peygamber söyleyemeyeceğine göre bunların yalan olduğu açıktır.
Fakat Kur’an-ı Kerim’le, başka bir hadisle ve
mantıkla çelişmeyen bir hadis için bile “Peygamber’in
sözüdür” demek doğru değildir. Hadis rivayetine kızan
bir kişinin, Kur’an-ı
Kerim’deki surelerin faziletleri hakkında
hadis uydurup, kişileri Kur’an-ı
Kerim okumaya sevk etmeye
çalışması, ölmeden
önce ise bu hadisleri uydurduğunu itirafı, hadis oluşumunu
açıklayan kitaplarda anlatılan bir vakadır.
Sonuç olarak şunu anlamalıyız ki, Kur’an-ı Kerim dışında en mütevatir,
en mantıklı gözüken
hadisler bile dinin
kaynağı olamazlar. Bu hadisler, Kur’an-ı Kerim’le çelişmiyorsa gerçek olabilirler. Fakat her halükarda bu hadislere ihtiyacımız yoktur; üstelik bu hadisler zandır, şüphelidir ve din zanna, şüpheye
terk edilemez.
Rabb’inin sözü doğruluk
bakımından da, adalet bakımından da tastamamdır. O’nun sözlerini
değiştirebilecek yoktur. O işitendir, bilendir. Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan seni Allah’ın
yolundan
saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar an-
cak zanla yalan söylerler. (Enam Suresi 115-116)
CÜNÜP GEZEN HANEFİLER
Ne yazık ki geniş
halk kitleleri mezheplerin gerçek yüzünü ve bu yapının Kur’an-ı Kerim’le
çeliştiğini bilmeden mezhebe tabi olmakta; dini, Kur’an-ı Kerim yerine
mezheplerin izahlarına göre yazılmış ilmihal kitaplarından öğrenmektedirler.
Yukarıdaki örneği
ele alırsak, Türkiye’de halkın büyük bir kesimi Hanefi mezhebinden olduğunu
söylemektedir. Fakat büyük bir kesimi Hanefi olan halkın büyük bir kısmı, mezheplerinin
dişlere dolgu yapmayı yasaklayan izahını bilmediklerinden dişlerini
doldurtmakta ve kaplatmaktadır. Böylece boy abdestleri ve dolayısıyla namazları
takip ettikleri Hanefilik mezhebine göre geçersizdir. Kitlelerin önüne “Ya
Sunni olursun, Hanefi mezhebine uyarsın, ya da Şii, Alevi gibi sapık bir
mezhepten olursun” şeklinde klişe laf ve korkutmalarla; “mezhepçilik”
adeta bir milliyetçilik, ırkçılık şekline dönüştürülüp sunulmuştur.
Sunni olmamak adeta
kafir olmakla eşdeğer gösterilmiş, bu fikrin her alternatifi de sapık ilan
edilmiştir. Şiilik ve Alevilik’te de durum farklı değildir. Onlar da aynı
şekilde ırkçılığa dönüştürülmüş mezhep taassuplarıyla Sunniliğe aynı şekilde
yaklaşmaktadırlar. Bu kitlelerin görmezlikten geldiği ve halkın bilmesi gereken
alternatif; Kur’an-ı Kerim’in, dinin tek kaynağı olarak ele alınıp, tüm
bu mezheplerin inkar edilmesi ve dinin yalnız Kur’an-ı Kerim’e dayandırılarak
anlaşılması ve yaşanmasıdır.Mezheplerin kurucuları, Kur’an-ı Kerim’i ve
hadisleri kendilerine göre yorumlayıp, diledikleri hadisleri veya ayetleri
seçtikleri, dinin serbest bıraktığı konularda rey ve içtihad adıyla hüküm
oluşturdukları için aslında, adeta Kur’an-ı Kerim’in da hadislerin de üzerinde
bir yetkiyle hareket ettiler.
Bu yetkiyi
kullanışlarından, sadece Kur’an-ı Kerim’i yeterli görenler değil, mezhep
imamlarından sonra yaşayan hadis imamları bile rahatsız olup, mezhep
kurucularına çok şiddetli eleştiriler getirdiler. Eleştirilerin odaklandığı en
önemli noktalardan biri mezhepçilerin kendi görüşlerini -reylerini- kimi konularda hadisin önünde tutmalarıydı. Hatta bazı
hadisçiler, “ehli rey fakihleri” diye çağırdıkları mezhepçileri; kendi
reylerine uygun hadisler uydurmakla eleştirdiler. En meşhur hadisçi Buhari’nin,
en büyük mezhebin kurucusu Hanefi’yi eleştirmesi ve “güvenilmez” ilan
etmesi hadisçilerin bile bazı mezhepçileri beğenmediğinin en dikkat çekici
örneğidir.
Sonuç olarak bugün
“İslam” olarak sunulan Kur’an-ı Kerim’in anlattığı İslam olmadığı gibi
aslında uydurmalar ile dolu hadisler bile değildir. Bugün uyulan “İslam”,
mezhep imamlarının kurduğu ve kendi kafalarına göre tüm bu kaynakları
değerlendirdikleri “İslam”dır.
Mezheplerin
kurulduğu dönemde ne Buhari, ne de Müslim hadis kitaplarını yazmışlardı.
Hadisler sahih, zayıf ve hasen şeklinde ayırımlara da mezhepler oluşturulduğu
zaman tabi değillerdi. Yani mezhepler, birçok uydurmayla dolu olan, fakat en
doğru hadis çalışmaları olduğu iddia edilen kütübü sitte (altı meşhur hadis
kitabı) ortada yokken oluşturuldu.
Kısaca söylemek gerekirse,
mezheplerin izahlarında uydurmaların yüzdesi, birçok hadis kitabının çok çok
üstündedir. Oysa ne yazık ki halkın önemli bir kesimi tüm bunlardan habersiz,
kendi mezheplerini İslam’a eşit saymakta ve bu yapıların Kur’an-ı Kerim’le
çelişkilerinden habersiz bulunmaktadırlar. Kur’an-ı Kerim’de dinimiz
açıklanmış ve birçok husus açıklanmayarak serbest bırakılmıştır.
Mezheplerse dinin serbest bıraktığı her detayı, haşa açıklanması unutulmuş gibi
açıklayıp; dini birçok durumla, hatta insanın yaratılışıyla çelişir hale
getirmişlerdir.
HARİCİLER VE KADIN KAVRAMI
İslam’ın Kur’an-ı
Kerim dışı kaynaklarından biri olarak “icma” gösterilmektedir. “İcma”,
Ehli Sünnet yaklaşımı savunanlarca, tüm “alimler”in bir konudaki
ittifakı( ortak görüşü) olarak açıklanır.
Ehli Sünnet’in
kendi içindeki mezheplerde “icma”nın bazı konularda varlığı doğru olsa
da, İslam tarihini baz alırsak, Kur’an-ı Kerim’de geçmeyen ama “icma”
edilmiş hiçbir konu kalmaz. Kur’an-ı Kerim’e hangi konuda ilave yapılmaya veya Kur’an-ı
Kerim’e aykırı bir izah getirilmeye kalkışılmışsa, tarih içinde o izaha
muhalefet olmuştur.
Örneğin hayızlı
kadının namaz kılamayacağında, kadının devlet başkanı olamayacağında, zina
yapan evlilerin taşlanarak öldürülmesinde Ehli Sünnet’in tüm mezhepleri görüş
birliğindedir (icma halindedir). Fakat bu Ehli Sünnet’in kendi içindeki
görüş birliğidir. Örneğin Hariciler, hayızlı kadının namaz kılması gerektiğini,
kadının devlet başkanı olabileceğini, zina etmenin cezasının taşlanarak
öldürülmek olmadığını; İslam’ın ilk asrında söylemişlerdir. Bu da bize, Kur’an-ı
Kerim’de geçmeyen hususların; nasıl güvenilmez, çelişkili olduğunu ve
dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’in tek ve güvenilir kaynak olduğunu -bir de bu açıdan- göstermektedir. Sırf Kur’an-ı
Kerim’den dini anlamak yöntem olarak benimsenmediği sürece, “din” adına
birbirinden farklı mezheplerin ortaya çıkması kaçınılmaz sonuç olmaktadır.
Bu mezheplerin
görüşleri, helalleri, haramları farklı olduğu için bunların Kur’an-ı Kerim’in
anlattığı İslam’a karşı çıkışları bir birlik oluşturamaz. Çünkü her biri Kur’an-ı
Kerim’den sapmışlık konusunda bir olsa da, vardıkları sonuçlar açısından farklı
oldukları için kendi aralarında birlik sayılamazlar. Bu yüzden, her ne kadar
bazıları “Sunnilik” gibi başlıklarla bu mezhepleri bir potada gösterme
çabasındasalar da birazdan sunacağım tablolardan göreceğiniz gibi herbiri
birçok hususta birbirinden farklıdır. Bu yüzden bu mezheplerin arasındaki
birlik ancak hayali bir birliktir, yutturmacadır, her birinin helali de haramı
da apayrıdır.
EBU HANİFE ALLAH’I 100 KEZ RÜYASINDA GÖRDÜ
MÜ?
Halkı mezheplerin
gerekliliğine inandırmak isteyenler, kendi mezhep imamlarını öven, diğer mezhep
imamlarını yeren hadisler uydurmuşlardır ki bunlara yukarıda değindim. Bu arada
mezhep kurucularının ne kadar bilgili, ne kadar dinine bağlı olduğu şeklindeki
hikayeler de mezhep taklitçilerini mezheplerine bağlı kılmak için anlatılır.
En insafsız
uydurmalardan biri ise Ebu Hanife’nin rüyasında 100 defa Allah’ı gördüğünü
söyleyen uydurmadır. Ne yazık ki mezheplere halkı bağlayacağız diye kantarın
topuzu bu kadar kaçmıştır. Mezhep kurucularıyla ilgili bu tip uydurmaların
hepsinin gerçekten kendi izahları mı, yoksa sonradan talebeleri ve mezhep
bağlıları tarafından mı uydurulduğunun tam olarak tespit edilmesi mümkün
değildir. Ama her durumda ortaya çıkan tablonun korkunçluğu ve Kur’an-ı
Kerim’in yeterliliği açıktır. Günümüzde Hanefi mezhebi adına kabul edilenlerin
Ebu Hanife ile de alakası olmadığı kanaatindeyim. Ebu Hanife’ye tarihte “ehli
rey” denmiştir.Bu, Ebu Hanife’nin Kur’an-ı Kerim’de bulmadığı bir hususu
kendi yorumu ile halletmeye çalışması sebebiyledir. Hadisi kaale almayan
bir tutum olarak değerlendirilen bu davranış tarzına tüm “ehli hadis”,
özellikle Şafi ve sonraları Buhari aşırı tepki göstermiştir. Oysa günümüzde
anlatılan Hanefi mezhebi komple hadisçi bir mezheptir. Hanefi mezhebinin
her izahı bir hadise dayandırılmak istenmektedir. Oysa tarihsel kayıtlara göre
Ebu Hanife’nin öldürülme sebebi kendisinin “reyci” özelliğine bağlanır.
Bugünkü Hanefi
mezhebini bize, Ebu Hanife’yi öldüren iktidarın yönetimi altında aktardılar. Öyle
ki Hanefi mezhebinin Ebu Hanife’den sonra iki numaralı kişisi kabul edilen Ebu
Yusuf, Ebu Hanife’yi öldüren iktidarın resmi fetva makamı olmuştur. Ebu
Yusuf’u dini konularda otorite olarak ön plana çıkartan iktidarın mensupları,
aynı zamanda hocasını öldürürlerken, bu iktidarın döneminde görüşlerini
oluşturanın görüşleri ideolojik, çarpık ve saptırılmış olmadan kalabilir mi?
Ebu Hanife’nin “reyci” tanıtılıp, bugünkü Hanefi mezhebinin“hadisçi”
olması; bugünkü “Hanefi” mezhebininin Ebu Hanife’nin görüşlerinden de
saptırıldığının önemli bir delilidir.
Diğer önemli bir
husus, mezhep bağlılarının kendi görüşlerini doğru çıkarmak için mezhepsel
görüşleri doğrultusunda hadis uydurmuş olmalarıdır. Hadis kitaplarının
birçoğu, mezhepler kurulduktan sonra yazılmıştır. Bu yüzden mezhep
görüşlerini doğru çıkartmak için hadis uyduranların hadisleri, “reyci” görüşlerin nasıl “hadisçi”
görüşe dönüştüklerini açıklamaktadır.
Allah bize tek bir din indirmişken, kendi
aralarında binlerce çelişkiyi taşıyan mezheplerin dinle eşitlenmesi mümkün mü? Allah’ın apaçık,
çelişkisiz, korunmuş kitabı yerine; mantıksızlıkları barındıran, çelişkili,
tahrif edilmiş ve insan yapısı olan mezhepleri “din” diye kabul etmek hiç doğru
olabilir mi? Bu dört mezhebin ortak noktaları; Kur’an-ı Kerim’le yetinmemek ve
dini fırkalara bölmektir.
Hep birlikte Allah’ın ipine sarılın, fırkalara
bölünüp ayrılmayın. (Ali
İmran 103)
Uyarı benim; seçim ve sorumluluk sizindir.
SUNNİLİĞİN VESİKASI ;
AFGANİSTAN
Sunni mezheplerin gerçek yaşam tarzının nasıl olması gerektiğini öğrenmek isteyen Afganistan’ın
Talibanlarını, Şii mezheplerin
İslam’ını öğrenmek isteyen İran’daki Şiiliği incelesin
ki Şiilik kavramını yukardaki bölümlerde yeterince ele aldığıma inanıyorum. Onlar mezheplerin abartılı birer varyasyonları değil,
bilakis mezheplerin ta kendileridir.
“Tebliğ yapıyoruz, ileride biz İslam’ı hakim edince
şöyle şöyle yapacağız” diye sakaldan, haremlik selamlıktan, cübbeden, müzik yasağından kaytaranlar mezheplerinin yaygın görüşlerini
terk
etmektedirler. Mezhepler dinden birer sapmadır. Afganistan’ın Taliban’ı,
İran’ın Şii’si kendi sapması
içinde tutarlıdır. Fakat Türkiye’nin grup ve tari katlarındaki, birçok sözüm ona ortayolcu
mezhepçi, kendi sapmaları içinde
birer sapmadırlar.
Türkiye’nin sosyolojisine, geleneklerine, hayat tarzına birçok yönden damga vurmuş Sunniliğin ve Kur’an-ı Kerim’in anlattığı dinin
farkları aydınlarımızca ne yazık ki çok çok az bilinmektedir.
Bu kitap, umarım aydınlarımızın bu konuda aydınlanmalarına katkıda bulunur. Günümüzde
Sunnilik veya
Alevilik, aileden çocuğa
geçen etnik bir kimlik olarak algılanmaktadır. Zamanla etnik bir kimliğe dönüşen, aslında
bazı insanların mezhep kurarak
kendi gelenek, göreneklerini din
ile karıştırması
olan bu mezheplerin; etnik
bir kimlikle hiçbir alakası olmadığı bile birçok kişi tarafından tam anlaşılamamıştır. Zaten birçok etnik sorunla mücadele
eden bu topraklar, etnik kökenle hiçbir alakası olmayan ve etnikleştirilen, mensubu olunması adeta bir
tarz milliyetçiliğe, hatta ırkçılığa dönüştürülen bu mezhepler yüzünden,
hiç de ihtiyacı olmayan sorunlarla yüz yüze gelmiştir.
Bu mezhep kavramları
o kadar yanlış kullanılıp, o
kadar milliyetçiliğe dönüştürülmüştür
ki; bir ateist kendini Alevi diye tanıtabilmekte,
müzik dinleyen, sakalsız,
cübbesiz, kadınlarla el sıkışabilen biri ise Sunniliğin
koyu bir savunucusu
olabilmektedir.
İLKİN AYDINLAR
AYDINLANMALI
Mezheplerin özü bilinmeden dini gruplara
getirilen eleştiriler de mantıksız olur. Örneğin
İstanbul’un Fatih semtinin Çarşamba
mahallesinde Sunni-
Hanefiliği tam uygulamaya çalışan bir grup şiddetle
eleştirilirken, yine Sunni ve Hanefi olduğunu
söyleyen bir Diyanet İşleri Başkanı, “Sunni ve Hanefiyim” diyen sakalsız bir
dini grup lideri, “Sunni ve
Hanefiyim” deyip
kendi mezhebince bir zina türü olan kadınla
tokalaşmayı gerçekleştiren sözde siyasal İslamcı,
bu açıklamalarından ve fiillerinden dolayı eleştirilmemektedirler. Neden? Çünkü aydınlarımız Sunni-Hanefilik nasıl olur bilmiyorlar da ondan. Eğer bilselerdi, Fatih Çarşamba’daki kişilerin aslında inançlarında diğerlerinden
daha samimi olduğunu göreceklerdi.
Onlardan önce sakalsız şeyhleri,
müzik yayını yapan grupları, el sıkışan
liderleri eleştirmeleri gerekecekti. Çünkü bunlar “Sunni ve Hanefiyim” diyorlar
ama inançlarının gereklerini yerine getirmedikleri gibi, bir de kendilerini
belli dini konumlarda görüyorlar.Tabi ki Kur’an-ı Kerim’in anlattığı
dine göre sakal, cübbe
diye bir mecburiyet
yoktur, Kur’an-ı Kerim müziğe bir yasak getirmez, kadın-erkek el sıkışamaz diye bir hüküm de koymaz. Bu sözde ortayolcu, uygulamada bilinçsiz kişiler; Kur’an-ı Kerim’in anlattığı İslam’a karşı gelip,
mezheplerin İslam’ını savunmakta, fakat mezheplerinin gereğini de yerine
getirmemektedirler.
Mezheplerin İslam’ında
daha evvel gördüğümüz gibi tüm bu
yasaklar vardır. Her şeyden önce
mezheplerin İslam’ına uyan bu kişileri samimiyete davet ediyor
ve savundukları sistemin uygulayıcısı olmalarını istiyorum. Hiç kimseyi
“tebliğ yapıyoruz, bu tebliğ taktiğidir” diye kandırmasınlar. Siz evvela yaşamınızla savunduğunuz sistemin nasıl
yaşandığını gösterin, en büyük tebliğ
o olacaktır. Savunduğunu yaşamayıp, bir de “tebliğ” başlığıyla, o sistemin
savunuculuğunu yapmak nasıl bir çelişkidir?
Gerçek Sunniliği ve Hanefi mezhebini bilmeyenler; sakalsız, cübbesiz bu mezhepçileri kimi zaman “aydın Müslümanlar” olarak ilan etmektedirler!
Görüldüğü gibi gerçek aydınların Kur’an-ı Kerim’i, bu mezheplerden farklarıyla beraber bir
an önce öğrenmeleri çok
büyük bir zarurettir. Dinsizlik
adına bu gruplara yapılan
hücumlar, bu grupların daha çok güçlenmesine sebep olur. Üstelik bu saldırıları seyreden halk, hücumları dinsizlikle aynı kefeye koyunca, mezhepleri
din ile özdeşleştirebilir. Bu çok
büyük bir tehlikedir.
Bu tehlikenin yegane etkili ilacı, gerçek
din ile mezheplerin uydurmalarla dolu yapısının
ayırt edilmesidir.
Sunni mezhepler tam anlaşılırsa, o zaman Kur’an-ı Kerim’in anlattığı İslam’ın değeri
de tam anlaşılacaktır. Savunduğunu yaşamayanların, savundukları mezhebi tam
yaşamalarını bu yüzden gereklidir. Eğer savunduklarını yaşarlarsa, halk Kur’an-ı Kerim’in
anlattığı İslam’ın değerini ve mezheplerin izahlarındaki felâketleri çok daha çabuk
ve çok daha iyi kavrayacaktır.
Bu arada,
Kur’an-ı Kerim’in anlattığı İslam’a inananların
Kur’an-ı Kerim’e, mezheplerin İslam’ına
inananların mezheplerinin kitap ve ulularına sahip çık tıklarından
çok daha fazla sahip çıkmaları gerektiğini hatırlatmak gerek. Kur’an-ı Kerim’i dinin yegane kaynağı
gören Müslümanlar, mezhepçilerden daha
cesur olmalı, daha çok çalışmalıdır ki Allah’tan,
bu mezheplerin hatalarını gidermesini istemeye
yüzümüz olsun.
Uydurmalarına sahip çıkan, onu bunu aforozlayıp kendini dine kabul, dinden ret makamı
görenlerin, dinin kendisi
zannedilmesi ne acıdır! Bu şahıslar din adına konuşurken,
dini bilmeyen halk bunların aslında mezheplerin adına konuştuğunu bilmemekte, üstelik
bu
kesimin izahlarından sonra birçok kişi
dinden uzaklaşmakta ya da din
düşmanı olmaktadırlar. Tabi ki
bunda bu uydurukçuları dinle özdeşleştirenlerin ve şahsi cahilliklerini yenmeyip, gerçek dini öğrenmeye
çalışmayanların da suçu vardır. Artık hepimizin cehaleti yenip gerçek dini öğrenmemizin ve Allah adına konuşan mezhepçileri susturmamızın vakti gelmiştir.
Bunu yapacak olanları
kendi dışınızda aramayın. Başımıza gelenler hep “Bu sorumluluğu ben almayayım da
kim alırsa alsın” kaytarmacılığından gelmektedir. Bunu
yapacak olan benim, sensin,
biziz, sizsiniz.